Küçük bir kız çocuğuydu. Henüz ilk okulda. İkinci sınıfta. Bir sene önce okumayı sökmesiyle birlikte romanların sihirli dünyasını keşfetmişti. Uyku önemli idi annesi için. Yazın, okul olmayan günlerinde mutlaka öğle uykusu yapılmalıydı. Ve akşam da belli bir saatte ışıklar sönüp uykuya geçilmeliydi. Oysa, daha o sene, biraz zorlanarak da olsa Çalıkuşu’nun heyecanlı hikayesini okuyan küçük kız için saat mevhumu olabilir miydi hiç ki tam kitabın en heyecanlı yerinde ışıklar sönecek? O kız ki her gün öğle saatinde tüm ev halkı uyuduktan sonra evden kaçıp, 500 metre ilerideki kitapçıdan harçlıklarıyla satın aldığı kitabı herkes uyanana kadar yarılardı; ya da -itiraf ediyorum- kitabı rahatsız edilmeden okuyabilmek için kendisini banyoya kilitlerdi; çözüm bulamayacak mıydı bu karartma gecelerine? Kısa zamanda üretmişti çözümü: bulduğu bir el feneri ve kitabı ile yorganın altına saklanır, nefes almakta biraz zorlansa da, yorganıyla ara ara başını suya gömüp çıkan ördek yavruları misali bir ilişkiye rağmen, okuduğu romanların evreninde sürdürürdü macerayı. Herkes uyuduktan sonra yorgan altı okumalarından başucu lambasına terfi ederdi. Uykusunun içinde seslenirdi annesi: “Kızıııım, yeter artık! Söndür şu ışığını” Bir süre sonra adı çıktı gecekuşuna. Sevgi, şefkat dolu yeni ismiydi bu onun: Gece Kuşu.
Günaydın yeni sabaha
08/05/2014
One comment