Aralık 11, 2024

İyi bir komşu ziyareti

İyi bir komşu ziyareti

Bienalin güzel yanlarından biri de, şehri yeniden bambaşka bir açıdan gezebilme şansı. Bienal her sene etkinliklerini kısmen de farklı mekanlarda yaparak normalde gitmediğiniz ya da sizlere kapıları kapalı olabilecek “komşu” mekanları keşfetme şansını oluşturuyor. Bu yıl, öncekinden farklı olarak bienal, tamamı (neredeyse) yürüme mesafesinde 6 mekanda düzenlenmiş. Basın toplantısını Karaköy’de Saint Benoit Fransız lisesinde yaptıktan sonra ilk gün Rum İlkokulu, İstanbul Modern Müzesi ve yine Karaköy’deki Ark Galeri’yi gezdim. Peşinden Galata’ya doğru çıkarak Asmalı Mescit’te Yoğunluk Sanatçı Girişimi ve Pera Müzesindeki eserleri gördüm. Küçük Mustafa Paşa Hamamı, bienalin diğer mekanlarına göre biraz uzakta olunca, gezmesi de ikinci güne kaldı. Daha sonra tekrar gelmek üzere hızlıca gezdiğim bienalden gözüme ilk takılanları sizler için burada toparladım.

Komşu diyoruz da, bir “komşu” sözcüğünün ne kadar derinlere kök salabileceğini, ne kadar farklı alanlara yayılabileceğini, ne kadar yukarılardan insanı kavrayıp kucaklayabileceğini belki de daha önce hiç bu kadar detaylı düşünmemiştik. Sadece kapı komşunuz, apartman komşunuz ya da sınır komşunuz değil. Sadece insan olması da gerekmiyor aslında komşunun… İyi bir komşu kim ya da ne? diye sorgularken… basit, belki öncekilere göre daha sade, ama çok yoğunluklu bir iş çıkarmış 15. İstanbul bienalinin küratörleri Elmgreen ve Dragset.

Gezdikçe inceliyor, gezdikçe düşünüyorsunuz, düşündükçe, düşüncelerin bile komşuları olabileceğini ayırdına vararak. Basın toplantısında küratörlerin dediği gibi: “İyi bir komşu? deyince aslında öncesi var ve sonrası da. Öncesi bilinir ama sonrası, kocaman bir soru işareti”

İşte Bienal’den benim kalemime düşen “komşu” düşünceler…

Leander Schönweger, Ailemiz Kaybetti – Kaybolduk eserinin içinden (İstanbul Modern)

İkea evler, küçük evler, daha küçük evler… konteyner evler… evlerden evlere geçerken küçülen kaybolan aileler… Sanatçı Leander Schönweger (ailemiz kaybetti/kaybolduk) labirent evin içinde henüz keşfetmediğimiz bölümlerde dolaştırıyor ziyaretçiyi. Sırlar dolu bir labirent. Komşunun duvara vurduğu –mesela- bir çekiç darbesi ile korkup geri çekilmeler ya da yeniden girişler…. Korkar mı insan komşusundan? Ya da belki de bir fare sülalesi midir komşumuz? Kocaman evlerden daha küçük, daha da küçük, hatta daha da küçük evlere geçerken neleri kaybedip, nerelerde küçülüyor hayatlarımız?

 


Komşular travmalar göçler….

Komşu bireyler, tarihler ve kimlikler arasındaki beklenmedik süreklilikleri ve karşılıklı bağımlılıkları düşündürüyor Kasia Fudakowski eserinde…

Bazan da kentteki yabani otlar ve deniz yaşamıdır komşunuz. Mark Dion’un “İstanbul’un dirençli yaşamı” isimli eseriyle düşündürttüğü gibi, “kirlenmiş kent alanları ve çevresinde yaşamın ayakta kalabilmek için direnen yabani otlar… Şehir hayatında ağır ve yoğun köşelerde bitiveren otlar ve yabani yaşam…”  Hiç düşündünüz mü, şehrin yok ettiği ama bir şekilde geri gelen, insana rağmen bulduğu bir çatlaktan geri fışkıran yabani otların da komşunuz olduğunu?

Belki de mesela herkes başka beklentideydi komşusundan. Ya da mesela arka kapısından girdiğinizde bir komşunun, diyelim bir video cd dükkanının, dükkanın şıklığı ve net yerleşiminin arkasında nasıl bir komşu yaşam bekliyor olabilir sizi hiç düşündünüz mü? Pırıl pırıl bir ön kapının ardına açılan plastik yığınlar dolu, kendinizi neredeyse bir çöplükvari bir çalışma odasında bulacağınız bir konteyner girişi….

Dünyanın içinde bulunduğu savaş hallerinden yaşamı sürdürebilme çabası ile ölümü göze alarak modern denilen batıya ulaşabilmiş olmasına rağmen galvanizden oluklu demirden derme çatma duvarlara çevrili, bir toplama merkezinin demir döner kapısının ardındaki binlerce göçmeni idi belki de “komşu”.. Modern dediğimiz dünyanın sefaletini gözler önüne seren…   (Olaf Metzel, Toplama Merkezi)

Dönüşen, parçalarına ayrılan yeniden oluşturulan bir evin hareketli kırıklarında saklı belki de bir komşu….

Sürprizlerle dolu demişti küratörler basın toplantısında… Bir sürpriz İstanbul Modern’in bahçesinde (sadece bienalin açılış haftasında) bekliyordu bizleri. Hayvanları çağdaş sanat eserlerine “aksesuar” olarak kullanma pratiği ne kadar tartışılsa da, Xiao Yu’nun “Zemin” adlı eserinde yer alan ve İstanbul’un kuzeyinden getirilip iki Çinli köylü tarafından yerleştirilen bir eşeğin yer aldığı performansla karşılaşınca onun yanına gidip sevip okşamaya ve yüzümüzde her şeye rağmen gülücüklerin oluşmasına mani olamadık. Oysa eser, hayvanın çektiği saban ve insan ikilisinin tarımsal etkinliğin en kadim biçimlerinden birini temsil ederken giderek kentlileşen dünyamızda çoğumuzun bu emek yoğun süreci yaşamadığımızı hatırlatan bir zaman komşusu niteliğindeydi. Bu süreç ile nasıl iletişime gireceğimizi dahi bilmeyen biz kentliler için acı bir reçete.

Latifa Echakhch, Salinen Kalabalık (istanbul Modern)

Acı reçete sadece tarım insan ilişkisinde değil. Bienalin her anında karşımızda, hemen her eserde bir parçalanmışlık, insanlıktan kaybetmişlik, zaman içinde katman katman yok oluşlar, evlerin, duvarların yüzeylerinde gelip geçen komşulardan izlerle adım adım ziyaretimizi yönetiyor. Latifa Echakhch’ın “Silinen Kalabalık” adlı eserinde olduğu gibi, dokunamadığınız, kendinizi öteki zannettiğiniz ama bir o kadar da politik ve ekonomik altüst oluşların arasında ilerlerken paramparça olmuşluk içinize işliyor.

 

Siz bugün bu yolda bir izleyici olabilirsiniz?
Ama ya yarın? Yarının bilinmezliğinde nerede olacaksınız?

Bienal Güney Afrika’dan Arjantin’e, Çin’den Amerika’ya sanatçıların çocukluk anılarından, mesela çocukluğunda bir ağacın kesilmesi ile başlayan ve kendisini içinde bulduğu kavganın aslında ağacın kesilmesi ile hiç ilgisi olmadığını yıllar sonrası fark eden sanatçının anlatımları gibi, karşıtlıklar, kimlikler, inanç sistemleriyle yarılmış dünyamızda, bellek ve duyguların dile gelişleri, yerinden edilmişliklerin, “ilerleme” adını verdiğimiz yıkım ve tahribat dolu insanlık tarihinin üzerine bir düşünsel sorgulama aynı zamanda…

Geçmişin mi üstünü örtüyoruz medeniyetimiz “ilerle”dikçe,
yoksa geleceği mi örtüyoruz geliştiğimizi sandıkça?

Victor Leguy, Görünmez sınırlar için yapılar (İstanbul Modern)

Victor Leguy’nin “Görünmez sınırlar için yapılar” isimli eserinin düşündürdüğü gibi… “Sanatçının Sao Paolo, Brezilya bağlamında göçlerin ve yerinden edilmelerin tarihine ve güzergahlarına odaklanırken, 15. İstanbul Bienali için genişlettiği projesini 3,5 milyon Suriyeli mültecinin göç etmiş olduğu bir ülkedeki kültür aktarımı üzerinden bir soruşturmaya doğru ilerletmiş. İstanbul Fener’de bir kafede tanıştığı insanları kendisi ile bir objeyi değiş tokuş etmeye ve kişisel hikayelerini paylaşmaya çağırıyor.” Leguy. Leguy’nin eserleri, resmi tarih anlatılarındaki ideoloji, siyaset, cehalet veya yozlaşma nedeniyle basitleştirilişine ya da perdelenişine bir işaret niteliğinde.  Bugün Suriyeli göçmen komşularınız. Ya yarın? Kim bilir belki en yakın komşularınızdan daha yakını, belki de, siz, kendiniz?

Bienalin bir diğer sürprizi Yoğunluk Ajans’ın Asmalı Mescit’teki enstalasyonu.. Belki de beni en çok etkileyen eserlerden biri.. Ne biliyoruz ki, komşularımızın yaşamları hakkında? Bir göz kırpması anında, bir nefes alışında, gördüğümüzü sandıklarımızdan başka. Bir an var, bir an yok! Bazan uzun bir an, bazan daha kısa… Sürprizi bozmamak için bu bölümden foto koymak yerine, enstalasyonun yaratıcılarından İsmail ile bina girişinde çektiğimiz fotoyu koyayım. İsmail Eğler, Nil Aynalı Eğler ve Elif Tekir her ay bir iki kere önünden geçtiğim ancak hiç girmediğim bu binada izleyicinin de dahil olacağı bir performans gerçekleştiriyorlar. Belki bir de şunu söylemekte fayda var: klostrofobiniz ya da astımınız varsa, burayı belki de es geçmeli.

Alejandro Almanza Pereda – Boşluk Korkusu /göl sahnesi (Pera Müzesi)

Doğayı yok eden insanın
beton aşkı mı,
betonun içinde
doğayı resmetmeye çalışan
insanın doğa merakı mı? 

 

 

 

 

 

 

Boşluk ve doluluk… Yaşam ve ölüm. Komşudurlar birbirlerine. Yaşamdır sözcükler, yaşama dair ya da ölüme dairdir. Ama yaşamdır anlattıkları. Tsang Kin-Wah’ın Pera Müzesindeki “Dördüncü Mühür” adlı eseri, “O gayesiz ve o ikinci defa ölmek istiyor”un hareketli sözcükleri, kutsal kitaplardan alınmış sözcükleri… Mühürler insanı sözcükler düşüncelerinde. Sözler karışır birbirine, kalabalık bir uğultuya dönüşür kafaların içine. Mücadele ve iktidar ilişkileri üzerine belki.. Göçler üzerine ve insanlık üzerine… Ve Tatiana Trouve’nin “Güneş Sisteminde bir yerlerde” “Büyük Şaşırma Atlası” eserlerinin adları bile ne kadar net açıklıyor şaşkınlığını insan evladının dünya üzerinde…

Fred Wilson, Afro Kısmet, (Pera Müzesi)

O şaşkınlık ki, kendi evlerimizde, özgür olduğumuzu zannederken bile, fikirlerimizin, düşüncelerimizin, algılarımızın iç içe geçmiş, üst üste binmiş ve de üstelik kendi kendimize yaratıp içine kendimizi kilitlediğimiz duble, triple… hapisliklerinde olduğumuzu çığlık çığlığa bağırır bize. Çalışmalarında, küresel kültürel tarihler bağlamında dışlama ve silerek yok etme politikalarını ele alan Fred Wilson, İstanbul Bienali için ürettiği enstalasyonunda, Osmanlı Kültürü ve bu kültürde siyahların oynadığı rolle ilişkili olan el yapımı bir dizi nesne ile yer almış. Çoğu, Osmanlı topraklarına köle ticareti ile getirilmiş olan ve bugün kendilerini Afro-Türkler ya da Afro-Anadolular olarak tanımlayan ve bölgede uzun bir geçmişi olan; oysa kültürel, ekonomik ve sanatsal anlatılarda incelenmeden es geçilen siyahları ele alıyorsa da hangimiz yarının siyahı olmayacağımızdan emin olabiliriz ki?

Ya yüzyıllardır aynı Hamam mekanında gelmiş arınmış, dedikodular etmiş, gücü floresanlar altında toplumda sürekli vurgulanan erkeklerin düşlerinde yarattıkları ve yaşattıkları kadınların her biri, mekanda bırakmış oldukları nefesleriyle yüzyılların ardından komşumuz değil mi?

Burada bedenlerinin minik izleri, nefesleri, düşünceleri, hamamın taş duvarlarında yankılanan sesleri, biraz kırılgan biraz çatlak… Bugünün sanatçısı Monica Bonvicini üzerinden ne hikayeler yansıtacak kimi net, kimi çarpık, bienal izleyicisinin aklına. Yaşanan realite ve sanatçının bakışındaki eleştiri tam anlamıyla birbirini tamamlayan komşular değil mi?

Bir lunapark çöplüğüne dönmüş dünya…. seyreden seyredilen ile komşu… düşünmüyor ki yarın kendisinin de seyredilen olması işten bile değil.

Stephen G. Rhodes, Willkommen varsayımı ya da Mülkiyetsizlik ve Ahbaplar (Küçük Mustafa Paşa Hamamı)

Zaten dünya dediğimiz de bir yaşam çöplüğü değil mi sanki? Başladığın yer bitiş ile aynı noktada… (Stephen G. Rodes, Willkommen Varsayımı: ya da özel mülkiyetsizlik ve ahbaplar) Artık hamam olmayan bu hamam, ve hiç bir zaman hamam olmamış diğer mekanlar bir arındırma mabedine dönüşecek mi bu bienalin sorgulamaları sayesinde? Tüm bu düşünceler ve sorgulamalardan sonra nihayet davranışlarımızı değiştirecek bir sonuca varabilecek miyiz? Yoksa bu sorgulamalar, konuşmalar, deneyimleme çabaları lunaparkta oynadığımız bir oyundan öteye girmeyecek ve bizler de aynı noktada mı kapatacağız bu bienal deneyimini?

 

 

 

 

Dalia MAYA

Bu yazı Şalom Derginin Ekim2017 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

Benzer yazılar

Yorum yazılmamış.