İki yıldır Bienal ve tasarım bienalini takip ediyor ve becerdiğimce dergiye aktarıyordum. Bu sefer de ben yazmak istedim önce. Ancak dergiye yetişene kadar bienal bitmiş olacaktı. O yüzden önce gazetede köşeme aldım. Bir özet yorum. Ama dergi detay ister, üstelik kim ne derse desin daha görsel, dolayısıyla keyifli fotoğraflar ister. Bu bienal ise görselden çok düşünsel… Üstelik neresinden girip neyi öne çıkaracağımı da bilemiyordum. Öylesine dolu dolu bir bienal.
Sanat değil. Bilim değil.
Hepsi…
Yaşam!
Derken bir arkadaşımla bienali konuşmaya başladık. Daha doğrusu bienal hakkında mesajlaşmaya… anlar içinde bu yazı hazırdı sunulmaya.
Okullar Okulu… içinde yaşadığımız dünyayı sınırlarından bağımsız bir çalışma alanı olarak ele alan bir bienal.
Öyle gezip geçemiyorsun. Bir yerinden yakalıyor seni. Okullar okulunda öğrenci olmak istiyorsan, emek sarf edeceksin, zaman ayıracaksın, vakit geçireceksin, inceleyecek, soracak, sorgulayacak, merak edeceksin. Bildiğini bozacak, bozarken öğrenecek, yeniden yapacak, yaparken öğrenecek, öğrenirken öğreteceksin. Zamanı ve mekanı sorgulayacak, kendini sorgulayacak, dünyayı sorgulayacak, hepsini anlamaya çalışacak, belki kendimiz olmayan ama kendimizin yarattığı kendi sosyal medya imgemizde, aynadaki yansımamızda kendimizi bir daha sorgulayacak, farklı okuma lisan ve düzeylerinde kendimizi yeniden yaratacak… Herkesin kendi sorusuna (ki bu sorular yaşamın farklı anlarında her biriniz için önemli olabilecek sorular) sunduğu çözümlere önerilere bakacak ve kendi sorularımız için kendi çözüm önerilerini yaratmaya bakacaksın. Sesleri, kokuları, tatları birbirinden ayıracak sonra karıştırıp yeni katmanlarda yenilerini yaratacak… Bunu yaparken de sınırların olmadığı sosyal ağlardan, hatta kediden, köpekten, bitkilerden, yosunlardan öğrenecek, beslenecek, beslenirken besleyecek… Ama aşıldığı ama ihlal edildiği için muğlaklaşan sınırların arasında dolaşacak… Dünyanın artık yeniden bir göçebe boyutta yaşadığı bu zamansız ve zamanlar arası zamanda alıştığımız şekliyle okulların statikliğinin anlamsızlığını göreceksin…
Haritaların yeniden bambaşka boyutlarda yazılacağı, çizileceği, aynı yerde kalsak bile aynı yeri bambaşka bir boyutta yaşayacağımız bir dünyaya devşiriliyoruz hep birlikte; istesek de istemesek de…
İster yapay zeka olsun meselen, ister göç… İster insanların yerini alan makineler, oturduğunuz kahvede çay servisi yapan makineler mesela, ya da akıllı evler… İnsanın yaptığını insanın elinden alan insanın ürettiği makineler…İster coğrafyamızı yapaylaştığımız tüm diğer canlılar, yosunlar mesela… ya da savaşlar, anlaşmazlıklar, değişen dünyaya uyum sağlama, ayakta kalma çabası… Doğal afetler, depremler… Öğrettikleri… Su sorunu… Bir şeyleri değiştirmezsek, eninde sonunda hepimizi gelip yok edecek su… Daha doğrusu susuzluk sorunu.
Sınırlar zaten sadece yasal konularda sıkışıp kalmış… Muğlak diyor bienal çünkü her türlü sınırların ihlal edildiği bir dönem yaşıyor insanlık. İnsanlık mı sadece? Doğa zaten sınır tanımıyor. Ama yüzyıllarca kendi ortamında var olmuş bir zehirli Japon Fugu balığı İstanbul’da oltaya gelebiliyor, pişirilip yenebiliyorsa… ve İstanbul’da zehirli olduğuna dair bir sonuç yaratmıyorsa… ya da Çin’in unutulmuş bir fabrikasında üretilmekte olan bir bebek ya da bir sabun dünyanın herhangi bir köşesinde -işçilerin zavallılığına rağmen- bir insanın çocuğuna eğlencelik oyuncak olabiliyorsa… kendi doğup büyüdüğünüz topraklarda çok sıradan olan bir konu karpuz seçmek gibi ya da ağda yapmak başka bir iklimde bir beceri olarak hayatı idame etmenize yarıyorsa… Beslenme alışkanlıklarımızı yeniden gözden geçiriyor, çoktan unutulmuş bilgileri yeniden öğreniyor ama yeni ihtiyaçlarımıza göre yeni pişirme teknikleriyle hazırlayıp, tüketip, sindiriyorsak… Tüm öğrendiklerimizi kendi sistemlerimizden geçirip, yeni beyin olarak nitelendirilen sindirim sistemimizden besleniyorsak… Ya da sosyal ağlarda, hepimizi bir birine bağlayan internet üzerinden ihtiyacımız olsun olmasın tüm bilgiye ulaşabilirken…. hele hele takvim yılıma göre 5 yıl sonra nasıl bir dünyada yaşayacağımızı dahi bilmiyorsak… Bu arada bilimler akademisinin çoklukla bilim dışı addederek elinin tersi ile ittiği kadim bilgilerin önemini yeniden fark ediyorsak…
Yerleşik, kuralcı ve değişime direnen okullarımızda aslında ne öğreniyoruz ki? Bu bienal bence TED konuşmalarının her daim en çok izlenenlerinden biri olan eğitimci Sir Ken Robinson’un -belki çoğumuzun o günlerde pek anlamadığı, anlasa da değişimin olabilirliğine akıl sır erdiremediği- 2006 konuşmasının dünya toplumunun düşünce kurumlarında iyice yayılmış hali. Bireyselleşen, bireyselleştikçe çoğalan, herkesin kendi algısında kendi dünyasını yaratırken, diğer bireylerden öğrenirken yaşadığı bu yeni dünya düzeninde tasarım elbet tüm üretimin ortak merkezinde. Yine de tasarım insana yeni dünya boyutunda faydalı olduğunca güncel. Üretmek zorundayız hepimiz… Üretmek için de yaratıcı olmak zorundayız. Her birimiz kendi kişisel bakışımızı bizden önce keşfedilmiş, üretilmiş bilgiler üzerinde değerlendirip sunmak zorundayız. Artık gizlilik değil, açıklık, şeffaflık söz konusu. Mukayese değil, paylaşarak ortak bilgi üzerinde yükselme zamanı. Birbirimizin üstüne basarak değil, birlikte, el ele.
O konuşmayı dinlediğimde ne çok heyecanlanmıştım. Bugün geldiğimiz noktada değişime bir çok adım daha yakınız. Okul yaratıcılığımızı öldürürken ve günümüzün değişen ihtiyaçlarına cevap vermezken, hayatın kendisi bir okul değil mi?
Ve bu okulda öğrenmek, geliştirmek, yaratmak, yaşamı yaratmak her birimize ancak kendi katılımımızın yoğunluğu ve derinliğince sunulmuş bir şans değil mi? Tasarım bienali Okullar Okulu ile toplumumuzda ezberciliğin, basma kalıp ve yüzeysel düşüncenin tavan yaptığı bu günlerde sergileri, konuşmaları, gezileri, eğitim programları aracılığı ile bu ataletten sıyrılabilmemiz için bize sunulmuş büyük bir şans değil mi? Bienal geçti gitti… Ama merak ettiklerimiz, öğrendiklerimiz, öğrettiklerimiz, sorguladıklarımız, çözüm önerilerimiz… Hepsi dahil olduğumuz ve dahil ettiğimiz denli bizimle.
Dalia MAYA
Bu yazı Şalom Dergi’nin Kasım 2018 sayısında yayınlanmıştır.
Yorum yazılmamış.