Kapılar hep kapalı… Konak işaretleri her yöne… Gidiyorsun görmeye; kapılar kapalı… Dışarıda olandan çekindiklerinden mi? Ya da kendilerini gizlemek istediklerinden mi? Bilinmez. Ama kapılı oluşuna takılmadan çalarsa bu gezgin şehrin eski bölgesindeki Antep konaklarının, esnafının kapısını… Sarı taşların, dar sokakların, karanlık geçitlerin ardında herhangi bir kapıyı… Önce kapı üzerindeki minik pencere açılır. Ardında güler bir yüz buyur eder hemen. Konakların orta yeri avlu. Avlunun bir köşesinde, taşların arasından büyümeye çalışan bir ağaç. Tıpkı yokluklar arasında kendi geleceğini yaratma çabasındaki gençler gibi… Sokakta top oynayan çocuklar.. Öyle güzel, öyle naifler ki… Dayanamıyor, çıkarıyorum fotoğraf makinemi, daha doğrusu akıllı telefonumu, sabitlemeye çalışıyorum o anı. “Çekme! Çekme!” diyorlar. Neden? “Televizyona mı çıkacağız?” Hayır yavrucuğum, en fazla, İnternet’e. Neden çekmeyeyim? Cevap vermiyorlar, onun yerine büyük çocuklar kucaklayıp minikleri uzaklaştırıyorlar. Sokakta oynamıyorlarsa, dükkanlarda işlerinin başında çocuklar. Altı yaşından itibaren okul çıkışı işe gidiyorlar, bir zanaat öğrenmek üzere… Bir dükkânın kapısında azıcık gecikmeye kalma, anında fırlıyorlar dışarı. Zıpkın gibiler; “Buyur abla”, “Çay söyleyeyim abla.” Sorsan hepsi 12-13 yaşında. Dükkan onlara emanet edilmiş.
Gezinmeye devam ediyoruz. Burada bir kuruyemiş dükkanı, orada bir tesbihçi, bir kilim dokuma ustası… Bir soruyorsun, uzun uzun anlatıyorlar. Öylesine bir güler yüz, öylesine aydınlık bir ifade, öylesine derin bilgelikler var her bir ustanın sözünde. Kuruyemiş dükkânında, Habib buyur ediyor içeri: “Buyur, tat istediğinden” diyor. Oysa kalabalığız bizler, üstelik meraklıyız da her şeyden mümkün olduğunca tadıma… “Bak zararlı çıkarsın” diyoruz. “Olur mu hiç abla” diye cevaplıyor, “Yenen yerde bereket olur.”
Milli Piyangocu geçiyor o sırada yanımızdan. Hadi birer bilet alalım diyoruz.. “Şunu verdin, bunu aldın” diye hesabı tekrar tekrar söylüyor. Hayırdır usta? “Aldın, verdin. Hesabını unutmayacaksın!” 3 tescilli çift tat çift renk kahvesi ile Seddar Bey’e uğruyoruz. Kahvenin yapılışını kendi keşfettiği gibi, fincanını da özel imal ettiriyor, hatta kahve ocağını da kendi özel yaratmış. Önümüze sürdüğü bir fincan kahve, fincanın yarısı koyu Türk kahvesi, yarısı kaymak gibi Türk kahvesi… Göze de damağa da fincanın bir tarafı ayrı, diğer tarafı ayrı zevk veriyor…Keyif kahvemizi yudumlarken, İstanbul’da bir bayilik açmak konusunu açmayı soruyoruz. “Olmaz” diyor. “Bu benim işim. Başında durmazsam olmaz. Ayrıca herkes kendi bildiği işi yapsın.” Esnafın her biri ayrı bir bilge. Hele bir Halil Usta var. Kendisi her gün 16.00’da kapattığı lokantasında o gün taze taze pişmiş ancak satılmamış yemekleri ihtiyaçlı mahalleliye dağıttığı gibi, özel olarak öğrencilere dağıtmak üzere o saatten sonra lahmacunlar pişirirmiş. Selam ola Halil Usta. Hem yemeğin lezzetli, hem yüreğin.
***
Hani hep sorarlar ya, çok okuyan mı, çok gezen mi diye. Çok okuyan elbet biriktirir bilgileri, ama gezince, gezdikçe insanlarla muhabbet ettikçe, deneyimledikçe, kendi iç süzgeçlerinden geçirir, kendinde dönüştürür kişi o bilgiyi. Ancak o zaman kişinin kendisi ile bütünleşiyor, yavaş yavaş, adım adım bilgeliğe taşıyor insanı o bilgi. Bilmek esasen ilk adım, neredeyse bir bebeğin emeklemesi kıvamında, oysa yaşama katılmak için uzun yürüyüş parkurlarını geçebilmeli insan. Parkurları geçerken tüm algı sistemlerini kullanabilmeli. Algı yollarının ne kadar çoğunu kullanırsa, o kadar iyi. Biri ötekinin üstünde varlık gösterdiğinde diğerlerini kapatmamalı. Bilgi ne kadar çok sistemden geçip gelirse, o kadar etkin. Ancak o zaman, düşüncesiyle, algısıyla, ruhuyla, yüreğiyle bütüncül bir şekilde öğreniyor, dönüşüyor insan. Ancak o zaman bilgi, bilgeliğe dönüşüyor.
Dalia MAYA
07/01/2015
Bu yazı Şalom Gazetesinin 07/01/2015 tarihli sayısında Dalia MAYA’nın İsimsiz adlı köşesinde yayınlanmıştır. İlgilenen için link: Yenen yerde bereket olur
Yorum yazılmamış.