Kökler… İspanyol Fotoğraf sanatçısı Miguel Vallinas’ın yeni serisi. Vallinas bu projesinde kişisel kimlik meselesini giysilerin üzerine baş olarak yerleştirdiği çiçek buketleri aracılığı ile irdelemekte. Kökler, kişilerin kendileri hakkındaki kendi inançlarının, yine kendileri hakkındaki ötekilerin inançlarının, gerçekte ne olduklarına ve buna karşılık ne olmak istediklerine dair inançları üzerine kendilerini nasıl yaratıp geliştirdiklerine dair bir proje.
Kişiler, köklerinin üzerinde kendilerini yaratırken, kendileri ile birlikte tüm bir toplumu da yaratıyorlar. Tıpkı, köklerden göğe yükselen bir ağacın, köklerden coğrafyaya da yayılarak geniş ormanlar oluşturduğu gibi köklerinin üzerinde kimliklerini yaratan insanlar da toplumları oluşturuyor.
Toplumların gelişimsel yönelimini görmek için köklere en yakın olana bakmalı belki de… Çocuklara bakmalı. Çocuklara davranış şekilleri toplumların geleceği hakkında bir fikir verebilir mi acaba? Bunları düşünüyordum ‘360 Dereceden Aşk Festivali’ Kapsamında Palladium Alışveriş Merkezinde açılan ‘Dünyanın Merkezi Çocuk’ fotoğraf sergisini gezerken. Evet bir aşktı çocuklar. Hatta aşkların en güzeli idi. Ama bu sergideki fotoğraf karelerine yansıyan bakışlar o çocukların hak ettikleri yaşamın göstergesi miydi acaba? Onlara, hakkettikleri yaşamı sunuyor muyduk? İnle cinin top oynadığı alabildiğine yeşil çayırlarda elinde laptopu bir karton kolinin içine girmiş genç kızdan (Kerem Sanlıman) dağ başında gözleme pişiren annesinin sırtındaki heybeden izleyiciye bakan kızgın bakışlı oğlana (Lütfi Özgünaydın); şehrin ara sokaklarında, üzerine siyah boya ile AŞKIM yazılı duvara gözlerini yummuş saklambaç oynayan çocuklardan (Ercan Aydeniz), evinin derme çatma ama kıpkırmızı kapısının dışında yoldan geçen bisikletli oğlanı cilveli gülücüklerle izleyen kız çocuğuna (Tahsin Aydoğmuş); Ortaköy Camiinin hemen dibinde iç çamaşırları ile yazın tadını denize dala çıka çıkaran oğlanlardan (Erhan Sevenler), kumlu sahilde bulup buluşturdukları alüminyum folyo kağıtlara sırf bu fotoğraf için mi yoksa ısınmak için mi bilmediğimiz bir sebeple sarılmış rüzgarda birer bronz heykel misali asık suratlarla biri izleyiciye, öteki uzaklara bakan kız çocuklarına (Selahattin Sevi)… Tarifsiz bir hızda seyreden yaşama yetişmeye çalışırcasına koşan ve koştukça bir anlamda yaşamı ağır çekime alarak daha yaşanabilir kılmaya çabalayan kız çocuğuna (Abdullah Kırbaş), her birinin hayatı, aralarında İzzet Keribar’ın da bulunduğu, fotoğraf sanatçılarının sabitlemeyi seçtiği karelerinin içine gizlenmiş hikayelerdi. Oynamaktan mı yoksa akranları ile kavga etmekten mi bilinmez saçları darmadağın olmuş suratında kim bilir hangi kara böceğin sokması sonrası kaşıyarak büyüttüğü yara izine rağmen masmavi derya deniz gözlerde (Kutup Dalgakıran) dalıp dalıp kayboluyor insan düşüncelerde.
Kendi çocukluğuma gidiyor bir an aklım. Yuvada, inatla öğle uykularından kaçtığım anlar. Belki de yuva öğretmenimiz Behice Gökakın’ın o yüce gönlünde biraz daha fazla yer kapabilmek içindi o uyku saatlerinden fıldır fıldır kaçışım. Belki de hepimize sorgusuz sualsiz fazla fazla dağıttığı o sonsuz ilgisinden, şefkatinden daha fazla kapabilmek içindi; farkında olmadan ama mutlaka ki bilerek. Kat ettiğimiz yollara ve geçen yıllara rağmen hala daha fazlasını istemek şaşırtıcı mıydı acaba?
Tüm bu karelerde insanı bir gönül hapsine zorlayan bakışlarda o sevgi, şefkat ve ilgi özlemini aramak doğal değil miydi bizler için? Her bir bakışa nice hikâyeler gizlenmişti. Kimi açık, kimi çok daha gizli… Ancak yüreklere indikçe ulaşılabilir hikayeler… Peki bizler, geleceğimizi köklerimiz üzerinde inşa etmeye çalışırken, ihtiyaçları olan ilgiyi ve şefkati, eğitimi ve insanlığı gösterebiliyor muyduk acaba onlara? Hak ettikleri yaşamı ve hak ettikleri geleceği sunabiliyor muyduk acaba?
***
Koca bir nesil Suriyeli çocuk aç! Koskoca bir nesil Suriyeli çocuk eğitimsiz! Evsiz! Anne babalarını kaybetmiş belki de… Milyonlarca çocuk sokakta. Ocak ayı başında bir haberde yaklaşık 40.000 çocuğun kayıp olduğunu okumuştum. Kayıp! Ölü ya da diri? Bilinmiyor! Kim bilir hangi kartelin ellerinde bulacaklar kendilerini.. Eğer hayatta kalmayı başarabileceklerse.
***
Şubat ayı, aşk ayı. Ve aşk her yerde. Şehirler, alışveriş merkezleri, konserler… her şey aşk üzerine kurulu… Aşk her yerde!
Sanat da, bir taraftan yaşadığımız topraklarda anlamsız, değersiz ve hatta tehlikeli kılınırken, bir taraftan her yana yayılıyordu. Sanatsız kalan bir toplumun kan damarlarından biri kesilmiş demektir demişti Atatürk. Sanat müzelerden çıkmış, galerileri aşmış, alış-veriş merkezlerinin ortak alanlarına inmişti. İnmişti ama izleyen ne kadardı? Ortamda bulunduğum kısa bir süre sergiyi izlediğim kadar, insanları da takip etmeye çalıştım. Büyük bir kısmı hedefe odaklanmış 100 metre koşucusu gibi, sağa sola bakmadan tırıs geçiyordu sergi alanını. Çok azı merak edip sergiye zaman ayırıyordu. AVM müdürü, büyük bir Amerikan fast-food firmasının eğitimlerde hatırlattığı bir gerçeği dile getirerek uyardı beni “Sokaktan geçen 100 kişiden biri dükkândan içeri giriyorsa, bu bir başarıdır. Aynı şekilde, AVM’ye giren 100 kişiden biri sergiyi izliyorsa bu bir başarıdır diye düşünüyorlardı. Düşünceyi bir adım ileri götürdüm. “Sergiyi gezen 100 kişiden ancak biri mi yaşamın merkezine çocukları koyacak aşkı yüreğinde hissedecekti? Ve o 100 kişiden ancak biri mi çocukların geleceği için bir aksiyon alacaktı? Savaşın yok ettiği topraklardan yaşamda kalabilme, -dikkat edin daha iyi bir yaşam için demiyorum, diyemiyorum- sadece yaşamda kalabilme gailesi ile buralara kadar gelmiş yüzbinlerce çocuk için kaç yüz binde bir kişi ediyordu bu sayı!?
Meraklısına not: Miguel Vallinas’ın çalışmalarına internet üzerinden
Miguel Vallinas’ın çalışmalarına internet üzerinde inceleyebilirsiniz.
Dalia MAYA
Bu yazı Şalom Gazetesinin 17/02/2016 tarihli sayısında Dalia MAYA’nın İsimsiz adlı köşesinde yayınlanmıştır. İlgilenen için link: Kaç yüzde bin kişi?
Yorum yazılmamış.