Nisan 26, 2024

Eline dokunamadığım,

Eline dokunamadığım,

Toprağın taşa, taşın toprağa dönüştüğü bir köydeyim. Kahve renginin doğaya hükmettiği bir coğrafya. Çorak, kuru, ve yalnız. Ta üzerine taş eklenerek inşa edilmiş evler yarı yıkık.. Bir bayırın tepesindeyim. Aşağı doğru genişçe bir avlu. Sessizlik ve sonsuzluk… Terk edilmiş gibi. Orada bir traktör bozuntusu, burada kim bilir hangi ayaktan düşüp kalmış bir terlik parçası.. Öyle mi gerçekten? Terk edilmiş mi? Yoksa sessiz ve yalnız bir yaşam mı sürüyor buralarda acaba? Şaşkın ve endişeliyim. Neredeyim? Dünyanın bu kimsesiz köşesine ne zaman, nasıl geldim bilmiyorum.

En son İstanbul’da Haliç kıyısında Kadir Has Üniversitesinin salonunda Rıfat Elhadef’i dinlediğimi hatırlıyorum. Yarının Ayakkabılarının hikayesini anlatıyordu bir avuç dinleyiciye. Oysa şimdi, hala İstanbul’da mıyım? Onu bile bilmiyorum.

Tereddütlü adımlarla iniyorum bayırdan aşağı. Toprak ayaklarımın altından kayar gibi oluyor. Umursamıyorum. İnmeli ve nerede olduğumu keşfetmeliyim.

Birden bir avuç çocuk fırlıyor ortalığa. Aşağıdaki avlu bir okulun avlusu imiş. Çocuklar, neredeyse toprakla ve etraftaki taş evlerle aynı renkte… Hiç renk yok. YOK gibi. Varsa da ben fark edemiyorum. Silik, soluk ve uzak…

Oysa yaşam fışkırıyor okuldan fırladıkları anda çocuklardan. Bir de büyükleri var etraflarında… Başka bir dünyanın insanları gibi, ama yine de bir uyu halinde. Kızlar ip atlıyor… Erkek çocuklar farklı oyunlarda. Büyükler birer çift espadril giydirmiş çocukların o tozlu minicik ayaklarına. Bir tanesi yanıma kadar geliyor. Elimi uzatıyorum, hoş geldin diyeceğim. Elim havada kalıyor. Hemen burnumun dibindeki, içine kapalı oğlancığa ulaşamıyorum. Değmiyor ellerimiz. Oysa yüreklerimiz, birbirini tanımasalar da değdiler bile birbirine.

Gerçek, sıklıkla gördüğümüzü zannettiğimiz gerçek değildir. Fiziksel dokunuş da her zaman gerçek dokunuş değildir.

Birden fark ediyorum. Ben hala İstanbul’da, hala aynı üniversitenin aynı salonunda bir döner koltuk üzerinde oturuyorum. Bir sanal gerçeklik gözlüğünün ardından bugün satın aldığım bir ayakkabı karşılığında yarın bir ayakkabının ihtiyaçlı bir çocuğu nasıl mutlu edebildiğini “neredeyse” o ana katılarak izliyordum.

Yarının ayakkabıları 50.000 çocuğun ayakkabılarını tedarik etmişti. Milyonlarca çocuğun temiz su ihtiyacını karşılıyordu. Sadece suyu bidonlarla götürüp oralara teslim ederek değil, ama gerekli alt yapıları da sağlayarak.

Yarının ayakkabıları mı? İngilizce Tomorrow’s Shoes, yani daha önce muhtemelen duyduğunuz markasıyla TOMS. “Biz bir firma değiliz” diye ifade ediyordu Türkiye yetkilisi Elhadef “biz bir hareketiz”. Bugün bir ayakkabı alın, yarın bir çocuğun daha iyi şartlarda hayatına devam etmesine katkıda bulunmuş olun. Ayakkabısızlık nasıl bir şey merak mı ediyorsunuz, bir gün boyunca ayakkabısız dolaşın, ama evinizin salonunda ve bahçenizde değil, sokaklarda, iş yerinizde, pazarda…

Yüreğim, oturduğum yerde, İstanbul’da Haliç’te duruyordu. Ancak sanal gözlüklerin ardında Peru‘ya kadar gitmiştim. Orada bir uçurumun tepesinde hafif rüzgarın etkisiyle kıyıya vuran dalgaların beyaz köpüklerinin arasından daldım düşüncelere…   İstanbul’da, Peru’da, Afrika’da, Suriye’de olmak fark etmiyordu. Paylaşmanın her zaman, her yerde, her şekilde bir yolu vardı. Önce gerçeği görmeye niyet etmek, ardından da harekete geçmekti önemli olan.  IMG_3284

Gerçek ise görünenin çok ötesindeydi. Tıpkı sevgi ve paylaşımın dokunabilmenin çok ötesinde olması gibi. Sanal gözlüklerin ardından izlediğim gerçek bir mutluluktu. Eline dokunamadığım, yanağından öpemediğim, ama mutlak olarak yüreğimde hissettiğim.

Derken, elime bir kaç broşür tutuşturdu bir hanım. “Yüzünü musibetten alıp, muhabbete çevir” diye yazıyordu broşürde. Soran bakışlarımla karşılaşınca açıkladı: “Acaba bu kadar kötülük, iyiliği hatırlayalım diye mi var? diye sorduk önce. Sonra da üç arkadaş sosyal medyada #damladakiokyanus hashtag’i ile iyiliği yaymaya başladık.”

 Haklıydılar, zira aslında, sadece iyiliği yaydıkça kötülüğün önüne geçilebilecekti. İyiliğin sorumluluğu ise her birimizindi. Bizler sorumluluğu üzerimize almadıkça, damla okyanusu fark etmeyecek, takip ettiğim 360 dereceden Aşk Festivali kapsamında İstanbul’a gelen Sean Hepburn Ferrer’in de dediği gibi, “iyilik de oda servisi misali” kapımızı çalmayacaktı.

Sorumluluğu üstlendiğimiz gün ise iyiliği, insanlığı, mutluluğu ve aşkı kapımızda dev bir okyanusa dönüşmüş olarak bulacağımız gün olacak.

Dalia MAYA
16 Şubat 2012
09:30

 

TOMS’un sayfasına ulaşmak için tıklayın

Benzer yazılar

Yorum yazılmamış.