İlk Türk kadın savaş muhabiri ve fotoğrafçı
Semiha Es Türkiye’nin ilk kadın gezi ve haber fotoğrafçısı. Dönemin başarılı gazetecilerinden, eşi
Hikmet Feridun Es ile birlikte gittiği “Hollywood’dan Afrika kabilelerine, Kore ve Vietnam savaşlarından Ruanda’daki olaylara kadar fotoğşının başlaması ile Hürriyet Gazetesi, onu savaşı görüntülemek üzere görevlendirince, eşiyle birlikte Hürriyet adına çalışmaya başladı.” raf çekti. Hayat dergisinde Malatya, Kongo, Hollywood yıldızları… Kadın gözü ile Tahran gibi foto röportajları çıktı. Daha sonra Kore savaFotoğrafları o dönem gazetede Hikmet Semiha Es, Semiha Feridun Es ya da Hikmet Feridun Es adıyla yayınlanmış; ismi ise zaman içinde gazetelerin tozlu arşivlerinde unutulmuştu. Ta ki, bir ufak kırmızı bavul içinde Semiha Es Fotoğrafları İstanbul Kadın Müzesi’ne ulaşana dek. Bu andan sonra başlayan hummalı bir çalışma ile İstanbul kadın Müzesi Semiha Es’in 100. Yaşını kutlamak üzere bir Sempozyum düzenlemeyi düşünerek, Koç Üniversitesi Kadın Araştırmaları Merkezi ve Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu ile birlikte hummalı bir çalışma başlatmıştı. Semiha Es Aralık 2012’de tam 100 yaşında gözlerini kapattı. Onun anısına düzenlenen Sempozyum, 4 kıtadan 12 ülkeden 13 kadın fotoğrafçının katılımıyla geçtiğimiz kasım ayında gerçekleşti. Kadın fotoğrafların işlerine ve tanıklık ettikleri toplumsal olay ve savaşlara bakışlarını dile getirdikleri bu sempozyum aynı zamanda ilk defa bu kadar kapsamlı bir şekilde bir araya gelmelerine ve tanışmalarına da aracı olmuştu.
Başlangıçta yabancı idim. Dışarıda kalan. Onlardan olmayan. Çoğunu tanımıyordum. Dürüst olmak gerekirse, çoğunun ismini dahi duymamıştım. Oysa onların çektikleri fotoğraflar bizlerin olasılıkla gitmeyi düşünmeye bile cesaret edemeyeceğimiz uzak ve çatışmanın bir sarkaç gibi insanın kafasının üstünde sallandığı yöreleri gözlerimizin önüne ifşa etmişti.
O fotoğraflar dünyada neler olduğunu anlamamıza aracı olmuş, kimi zaman hayranlık ve şefkat duygularımızı uyandırmış, kimi zaman “Yeter artık! Bu ayrımcılığa ve bu barbarlığa son verin” diye bağırmamıza yol açmıştı. O güne dek şahsen tanışmamış olsalar bile, birbirlerinin isimlerini duymuş ya da en azından aynı insancıl bakış ile iş yapmışlardı. Dünya, onların yönetimi altında, daha iyi bir yer olabilirdi. Derken dinlemeğe başladım. Elie Wiesel’in yıllar önce bir romanında ifade ettiği gibi: “Dinleyerek bilirsiniz, insanın şartlarını bilirsiniz”. Ben de dinledim. Onların fotoğraflarını izleyerek değişik coğrafyalarda insanın insana ettiğini seyrettim. İnsanların o uzak bölgelerde savaşın içinde bazan nasıl da bir yaşam savaşı verdiklerini, o umutsuz yerlerde çocuklarını yetiştirmeğe çalıştıklarını, bazan kişisel savaşları olmasa da savaşın ortasında yaşamı idame ettirme çabalarını dinledim. İnsanın insanı nasıl katlettiğine şahit oldum. Dinledim. Peru’da halkın nasıl iki acımasız güç arasında kaldığını anlatan Vera Lentz’i dinledim. İnsanların nasıl bir gecede kaybolabildiklerini, beyaz bir kadın olarak fotoğraf çektiği bölgelerde gece kalmasının ölüm demek olduğunu dinledim. İsrail/Gazze çatışmalarını her iki cepheden de izleyebilmiş olan Heidi Levine’in gözleri dola dola anlattıklarını dinledim. Diana Blok’un Yahudi babasının ailede konuşulması tabu olan hikayesini anlatışını dinledim. Yıllar sonra Hollanda’da bir kuzeninden öğrendiği gibi amcasının ve büyük baba ve büyük annesinin Holokost’ta yok olduğunu duydum. Ve bu bilginin fotoğraflarına nasıl yansıdığını izledim. Gazze’de yaşayan ve Gazze İsrail çatışmalarını izleyen tek müslüman kadın fotoğraf muhabiri Eman Mohammed’i dinledim. En şiddetli çatışmalarda bile, yaşamın bir şekilde geliştiğini anlatmasını izledim. Diğer perspektifi görmeye çalıştığını söyleyen Ami Vitale’yi dinledim: “Tüm kültür çeşitliliğinin içinde, tüm farklılıkların altında, ortak bir insanın var olduğunu, acının hep aynı acı, duygunun aynı duygu olduğunu” ve “yaşam coşkusunun coğrafi sınırı olmadığını” düşündüm. Lucia Nimcova gibi kendini “hiç bir yerden hiç kimse” gibi hissetse de Diana Blok’un da konuşmasında belirttiği gibi “bu dünya üzerindeki herkesin de bir öyküsü” vardı. Bir şekilde dinleyerek biliyordum. Yabancı değildim. Elimde kameram dünyanın farklı bölgelerinde yaşananları sabitlememişsem bile, yabancı değildim. Onlardan biriydim. Melissa Önel’in dediği gibi “fotoğrafı çeken çekileni var eder”di. Fotoğraflanan ve fotoğraflayan aynı büyük ailenin bir üyesiydi.
Koç Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi ve İstanbul Kadın Müzesinin organizasyonunda düzenlenen Semiha Es Kadın Fotoğrafçılar Sempozyumuna katılan, konuşmacı olan, varlıkları ile bir büyük aile olduğumuzu bize hatırlatan kadınlardan bahsediyorum. Her biri kendi ilgi alanında fotoğrafa yıllarını vermiş, kimi serbest, kimi uluslararası bir yayın organına bağlı çalışan, ama yaptıkları işe yüreklerini koyan, fotoğrafladıkları anlarla kimi zaman tarihi bir olayı beyinlerimize kazıyan, ama aynı zamanda fotoğrafladıkları acıları içlerinde yaşayan sımsıcacık kadınlar.
Şimdiye kadar bir filistinli görmemiştim!
Bu kadınların ikisi ile, iki oturum arası bir kahve molasında sizler için sohbet etme şansım oldu.
İkisi de aynı çatışmayı fotoğraflayan kadınlar. Çatışma İsrail Filistin çatışması. Fotoğrafçı kadınlardan biri Heidi Levine. Bu işe yıllarını vermiş, bu arada iki çocuk yetiştirmiş, İsrail, Gazze, Hindistan, Irak, Ürdün, Suriye, Kosova, Afganistan, Gürcistan ve Suudi Arabistan başta olmak üzere dünyanın farklı bölgelerinde çektiği fotoğraflarla uluslararası medyanın kapaklarına yerleşmiş, ödüllü Heidi Levine. Diğeri Suudi Arabistan doğumlu olup iki çocuğunu kendisinin de çocukluğunu geçirip büyüdüğü Gazze’de yetiştiren Eman Mohammed. Eman görmek zorunda kaldığı tüm acılara rağmen 26 yaşının güzelliğini ve yaşam coşkusunu yansıtan gözleri ile tüm acıların ardında yaşamın devam ettiğini, umudun hep orada olduğunu ifade ediyor. Yaşam öykülerini dilediğiniz anda internetten indirip inceleyebilirsiniz. Beni asıl ilgilendiren yaşama bakışları idi. Daha doğrusu, merak ediyordum. Farklı şartlarda dünyaya gelmiş olsalardı, bu şartlar işlerini nasıl etkileyecekti. Gözlerini kapatıp bir an için hayal etmelerini istedim. Heidi dünyaya Heidi Levine olarak değil de Eman Mohammed olarak gelseydi, ya da tam tersi Eman dünyaya Heidi Levine olarak gelseydi. Yaşamları ne kadar farklı olacaktı. Yaşamlarının ötesinde, hayata bakışları nasıl farklı olacaktı ve bu durum işlerine nasıl yansıyacaktı?
Heidi Levine: Amerikalı olduğum ve Amerikan pasaportuna sahip olduğum için ben gidebilirim. Ama Eman’ın böyle bir özgürlüğü yok. Dolayısıyla eğer Eman olarak doğsaydım sanırım en büyük fark -göz makyajını benden daha iyi yapabilmesinin dışında- bu olurdu. Ayrıca o dindar, ben değilim. Dine saygılıyım ama dindar değilim. Dilediğimi giyme özgürlüğüne de sahibim. Tabii ki Gazze’ye gittiğimde mini etekle dolaşmıyorum. Çok saygılı giyiniyorum ve aslında bunu yapmam gerekmese de başımı örtüyorum. Böylelikle kendimi daha rahat hissediyorum. Bu sanırım ilk görünür farklılık. Dediğim gibi, Eman’ın Filistin pasaportu var, bu nedenle benim ona göre sınırlardan çok daha kolay geçme özgürlüğüm var. Bu sadece Gazze’den ayrılırken yaşadığı bir sıkıntı değil, ama başka bir ülkeye girmek istediğinde de, Filistinli olduğu için, şüpheli görünüyor. Havalimanlarında çok daha sıkı güvenlik kontrollerinden geçiyor. Özellikle 9 Eylül’den beri, dünyadaki tüm Müslümanlar için koşullar değişti.
Bu durum işini ve bakışını nasıl değiştirirdi?
H.L. Çatışmanın iki cephesini fotoğraflama imkanım olmazdı. Hareket etme özgürlüğüm olmasaydı, diğer hikayeleri de şimdiki kadar kolay işleme şansım olmazdı. Eman yapamaz demiyorum, ama daha zor. Fiziksel olarak Gazze’den dışarı çıkmak daha zor. Aynı zamanda, onun yaptığı işi yapan bu kadar az kadın olması da diğer bir sorun. Bu durum da, yüzleşmem gereken daha farklı sorunlara kapıyı açardı. Bir bayan gazeteci olarak çok daha fazla kendi başıma olurdum. Sanırım üç ana fark bunlar.
Bu olayları görme şeklini değiştirir miydi?
H.L: Bu çatışmayı iki taraftan görme şansım çok daha yüksek. Gazze’den kolay kolay çıkıp Irak bombalandığında ne olduğunu görmeye gelemez, Tel Aviv’e gelip yaşayamaz, dolayısıyla otobüs bombalamaları ya da lokanta patlamaları gibi benim şahit olduklarımı göremezdi. Tabii ki bunları televizyondan, medyadan ya da benden duyup görebilir. Ama hareket özgürlüğü fiziksel olarak kısıtlı. Benim ayak izlerimden sırf Filistinli olduğu için yürüyemezdi.
Peki Eman, sen gözlerini kapatıp Heidi olduğunu hayal etseydin, senin için ne değişirdi?
Eman Mohammed: Çok güzel kıvırcık saçlarım olurdu.
Bu şimdiye kadar bana sorulan en zor soru sanırım. Kesinlikle tamamen farklı olurdu. Bir çok şeye kapıları açardı. Ama benim için farklı şeylerin de karanlıkta kalmasına neden olurdu.
Ne gibi?
E.M. Heidi’nin dediği gibi, o olayları iki yönlü olarak inceleyebiliyor. Ben, ne yazık ki, sadece Filistin tarafını inceliyorum. Tabii ki İsrail tarafını görebilmek için de mücadele ediyorum. Sürekli bir sürü soru ile sıkıştırdığım İsrailli dostlarım var. Sorularım belki onlara aptalca gelebilir ama bunlar bilmediğim ve görmeye iznim olmayan şeyler.
H.L. Geçen akşam birbirimize sunumlarımız için yardımcı oluyorduk. Sunumumda çatışmada ölen İsrailli bir bebeğin de fotoğrafı vardı. Bunu görünce bana sordu: “bu çocuğu biz mi öldürdük? Bana dediler ki biz hiç çocuk öldürmüyoruz!” Ona baktım, inanamıyordum ve bu çok etkileyici bir andı. Tabi “sen” derken ya da “ben” derken şahsen birbirimizi kastetmiyoruz. “Evet, dedim, çocuklar öldürüldü.” Sonra da “Sen bu cenazeye gittin. Annenin durumu nasıldı?” diye sormaya başladı.
Gerçekten bunu hazmedip yaşama bağlanabilmek için konuşmaya ihtiyacı vardı. Tüm hatırladıklarımı anlatmamı istiyordu. Bu onun için önemli idi. Bir fotoğrafçı olarak değil. Ama o da bir anne. Her ikimiz de Allah korusun kendi çocuklarımızın ölmesinden korkuyoruz. Ve etrafımızda çocuklarını kaybeden bir çok anne görüyoruz. Yaşama devam etmeyi nasıl becerdiklerini anlayamıyoruz. Her ikimiz de bunu ruhlarımızda hissediyoruz. Tabii ki Eman bunları belgeleyemiyor. Ama bu onun suçu değil.
E.M. Ben dindar bir ailede yetiştirildim. Ama gördüğüm kadarıyla benim yetiştirildiğim İslam anlayışı, başka insanların İslam anlayışına benzemiyor. Aynı din tabi, aynı dualar, aynı Ramazan, her şey aynı, ama benimki daha sevgi ve barış dolu bir İslam. Annem beni yetiştirirken hiç bir zaman nefret söylemi içinde değildi. Asla “şu insanlardan nefret etmelisin, ya da İsraillilerden nefret etmelisin” demedi. Tabi ki işgali ve çatışmayı sevmiyordu. Oturduğumuz bina, yörenin en yüksek binası olduğundan, çatısında İsrailli askerler konuşlanırdı. Beş yaşlarındaydım. Hatırlıyorum, İsrailli askerler, bize rastladığında “merhaba” der, ya da bizimle arapça konuşmaya çalışırlardı. Her zaman korkardım onlardan. Çünkü annem askerlerden uzak durmamı söylemişti. Ama asla nedenini söylemedi. Beni korumaya çalışıyordu, ama yüreğime de nefreti yerleştirmek istemiyordu. Ben İslam Üniversitesinde eğitim aldım ve dinimi çok iyi biliyorum. Kuran’da insanları öldürmemiz, ya da onlara karşı şiddet kullanmamız gerektiğine dair tek bir ayet bulamazsın. Dinleri ne olursa olun. Evet İsrail hükümeti ve dolayısıyla da İsrail ordusu ile sorunlarımız var. Ama İsrail halkı ile hiç bir sorunumuz yok. Hiç bir zaman bir İsrail vatandaşının bir Müslümanı öldürdüğünü hatırlamıyorum. Ya askerlerdir, ya da yerleşmeciler. Ve bunu halktan ayırmak gerekiyor. Çünkü halkın çocukları var, onları barışçıl huzur dolu bir ortamda yetiştirmek istiyorlar. Onları Cumartesi günleri Gazze’ye alış verişe geldiklerinde hatırlıyorum.
Bu durum ne zaman değişti?
E.M. Bu çok kısa bir süre sürdü. Sonra İkinci İntifada ile her şey değişti. Liseye gitmeye başladığımda, bir hükümet okuluna geçtim. İkinci İntifada ile birlikte bombalamalar ve hava saldırıları başladı. Daha önce bunlar yoktu sadece askerlerdi. Çatışma bambaşka bir seviyeye çıktı. Şiddetlendi. Sanırım bu sefer gelen askerler de öncekiler kadar bilgili değillerdi. Yeterli bilgilendirme yapılmamıştı. Öncekilere göre aşırı uçta askerlerdi ve dolayısıyla da daha şiddetli davranıyorlardı. Önceden Filistin’den İsrail’de çalışmaya gidenler vardı. Ama sınır kapatıldı, hareket hürriyeti azaldı. Şartlar da kötüye gitti. Bu da halk arasında nefretin yükselmesine neden oldu. Ben de bu arada nefret söylemini duymaya başladım. İsraillilerden nefret ettiğimiz, onları öldürmek istediğimiz tek konuşulan konu olmuştu. Söylenene göre bir İsrailliyi öldürürsen bu çok büyük bir onurudur, sadece zarar verirsen bu da harika. Kimse düşünmeye zaman ayırmıyordu. Kimse “tamam bize bunları yapıyorlar, ama biz daha akıllı olmalıyız” demiyordu. Kendimizi koruyalım ama saldırmayalım diye düşünen yoktu. Bence, her iki tarafta da kötü liderlerimiz var. Hepsi savaşçı ve savaş suçlusu, bu da bir şekilde nefreti besliyor. İnsanlar giderek daha çok nefret ediyorlar. Bugün kırk yaşlarındaki insanlarımız bir zamanlar İsrail’e girip çıktıklarını ve orada arkadaşları olduğunu hatırlarlar. Yirmi ya da otuz yaşlarında olanlar için aynı şeyi söyleyemeyiz. Bu noktadan sonra da ara giderek açılmaya başladı.
Benim dinim bir kurallar kitabı gibidir. Ne yapıp ne yapmaman gerektiğini söyler. Ülkemdeki tüm militanların suçlu olduğunu söyleyemem. Aksi halde bir ordumuz olmazdı. Bir şekilde bu da Filistinlilerin ordusu. Politik fikirlerin hiç birini onaylamıyorum. Ama yine ilk savaşta bombalanmalarda, yanıma elinde silahı ile bir militan geldiğinde ona saygı ile bakardım. Çünkü beni korumak için orada olduğunu bilirdim. Ve tabi ki İsrail’de de durumun aynı olduğunu anlayabiliyorum. Zira bizler onlara karşı nefretle büyütülüyoruz. Biz bu nefreti durdurmak zorundayız. Bu kesinlikle doğru değil. Üstelik din bile, nefret etmemiz gerektiğini söylemiyor. Tabi kendimizi savunmak zorunda olduğumuzu söylüyor ama çocuklara zarar veren şeyleri yapmamamız gerekiyor. Peygamberimizin bile savaşa giderken tüm Müslümanların bildiği çok net bir kuralı vardı: Çocuk öldüremezsin, kadına ve yaşlıya zarar veremezsin ya da seni öldürmeye çalışmakta olmadığı sürece bir erkeği öldüremezsin. Seni öldürmeye dahi çalışıyorsa, onu esir alabilirsin ama esirlerini bile küçük düşürmeye hakkın yok. Gerçekten sana saldırıda bulunuyorsa bile. Onların sözünü ettiği İslam’ın nasıl bir İslam olduğunu anlamıyorum. Benim bildiğim İslam’a benzemiyor. Kadınlarını, çocuklarını öldürmemiz gerekiyor dediklerinde sanki tamamen farklı bir dinden bahsediyorlar. Neden? Neden buna odaklanıyoruz. Daha akıllı bir yolu vardır bu sorunları çözmenin. İyi medya yöntemlerini kullan, amacını tanıt. Konuşmaları, iletişimi teşvik et. İsrail’e bağımlı olmayan daha iyi bir ekonomiyi geliştirmeye bak. Belki de o zaman tüm bu küçük düşürücü durumdan kurtulabiliriz. Kendinle başla işe. Ama savaş başlatma. İlla savaşman gerektiğini düşünüyorsan bile, olanaklarımız yok. Bir savaş başlatacak kadar imkanımız yok ve bunu yaparsak kaybederiz. Kendi halkının ölümüne neden oluyor ama İsrail tarafında kimseyi öldürmüyorsun. Dolayısıyla, aşırı uca gidip de evet, savaşmak gerek diyecek olsam bile, bu, kazanılması mümkün olmayan bir savaş. Dolayısıyla belki daha güçlü bir duruma gelebiliriz. Ama bu da bizde çok net bir kural “sana zarar verene zarar verecek kadar güçlü isen bile, bunu yapma.” Tabi bu düşünceler birlikte yaşadığım çok kişi ile çatışmama neden oldu ve benim halkımla kendi çatışmama dönüştü. İsrail’i savunmak istediğimden değil, çünkü İsrail ordusundan nefret ediyorum. Ben de bir zamanlar ordudaki gençler kadar gençtim, ama cehennemin ortasında yaşamama rağmen kimseyi öldürmeyi düşünmemiştim. Üstelik birbirlerini tanımıyorlar bile. Ben halkımı ve dinimi -çarpıtılmamış dinimi- biliyorum. Ama onlar beni tanımıyorlar. Gilad Shalit değişiminde serbest bırakılan arkadaşlarım var. Onları tanıyorum. Aslında çok iyi insanlar. Onları o kadar yakından tanıyorum ki bazan çıldırasım geliyor. Hikayelerini biliyorum, ne yaptıklarını da. Hatırlıyorum, bir tanesi askerleri öldürüyordu. Neden? Nedenini bilmiyorum, ama bu yoğun ortamda askerleri öldürmeye başlamıştı. Sonra bir çocuk gördü. Ama yapmadı. O çocuğu öldürmedi.
Sence İsrailli bir askerin durumu da aynı değil mi?
E.M. Tabi. Öyledir. Demek istediğim şu ki, benim gördüğüm noktadan ve ben ancak bir taraftan görebiliyorum, iki şey görüyorum. Öncelikle onların benim onları tanımak istediğim kadar beni tanımakla ilgilenmediklerini görüyordum. Ve bu kimini suçlu yapıyor.
H.L. Tabi. Burada da durum değişiyor. Mesela biliyorsunuz İsrail askerlerinin arasında Batı Şeria ve Gazze’ye gitmeyi reddedenler var.
E.M. Mesele de bu. Oraya gidene kadar bunu bilmiyordum. Gittiğim zaman fark ettim ki onların da çoğu bilmek istiyordu. O kadar çok asker bana “şimdiye dek bir Filistinli görmemiştim” dedi ki! O zaman bu soruları sorabileceğimi anladım. Tabi ki herkes bir değil. Aynı zamanda benim kendi tarafımdan gördüğüm, sivillerin kurban olduğudur.
İsrail tarafında da çocukların öldüğünü bilmek senin bakışını nasıl değiştirecek?
E.M. Benim bakışımı ciddi olarak değiştiren an, İsraillilerin de arasında Filistinlileri daha iyi tanımak isteyenler olduğunu anladığım andı. Benim kadar merak ediyorlardı. Ve İsrail devleti ya da hükümeti de bilgileri kısıtladığından onların da bilgi edinmesi benim için Gazze’de olduğu kadar imkansızdı. Bazan cehalet özellikle desteklenir hükümetlerce. Çünkü bilmediğinizde nefret etmek ve öldürmek çok daha kolaydır. Ama kaybettiğinde, sevdiklerin, ailen ya da çocukların tehlikede olduğunda daha fazlasını öğrenmek istersin. Neden? Nasıl? İsrailli çocukların da öldürüldüğünü bilmek benim bakışımı çok değiştirdi. Çünkü benim tutunduğum ana kuraldı. Bir de benden daha iyi bir Müslüman olduğunu iddia ediyorsun. Öyle isen, çocuk öldüremezsin. Öldürünce de gelip bana çocuk öldürmüyorum diyemezsin. Kaza bile olsa. Birinin bana bunu anlatmasına ihtiyacım var. Aksi takdirde ben de her şeyi sil baştan sorgularım.
Dalia MAYA
Ocak 2014
Bu yazı Şalom Derginin Ocak 2014 tarihli sayısında yayınlanmıştır. İlgilenen için link: Şimdiye kadar bir filistinli görmemiştim
Yorum yazılmamış.