Nisan 23, 2024

“Kendi Tanrımı dünyaya çağırıyorum”

“Kendi Tanrımı dünyaya çağırıyorum”

Toplumun dayattığı sistemlerin dışına çıkma cesaretini gösterebilen, özünü-özünün vahşiliğini kaybetmemiş, tam tersine ona sahip çıkmış bir sanatçı, Erin İlkcan Aslan… Ona rastladığınızda kollarını kocaman açıp sizi ruhuna çeken, sımsıkı sarılıp içten sevginin hala mümkün olduğunu öğreten… Kendi deyimiyle ‘arıza’, bana sorarsanız gerçek, maskesiz, sevgi ve yaşam dolu. Sorgulayan, en çok da kendinde kendini sorgulayan… “Zaten” diyor, “dışarıda hiçbir şey yok. Her şey içimizde.”

Nasıl başladığını, sanatından çok yolculuğunu merak ediyorum. Aslında, ikisini birbirinden ayırmak pek de mümkün değil…
En küçük yaşlarından beri kendisinin farkında olduğunu ve içinde bir şeylerin ifade bulmak istediğini dile getiriyor, Erin…

Çok küçüktüm, -annemin anlattığına göre 1,5-2 yaşındaydım- ateşi izleyerek başladı her şey. Önce ateşi öğrenmeye başladım; formlarını inceledim, yanan şeylerin süreçlerini izledim. Bu da dışarıdaki ‘şeyleri’ içimde nasıl ilişkilendirebileceğimi anlatmaya başladı. 10 yaşlarımda ateşi bir yerden bir yere taşıyabilmeyi deneyimledim. Yavaş yavaş olanın aslında dışarıda olmadığını, benim ona yaklaşma şeklim olduğunu anlamanın tohumları atılmaya başladı.

Derken sorgulamalar başlıyor: “Ben kimim? Gerçekte neyim? Sen dediğin şey ne? Bu bilincin çerçevesini sen mi oluşturdun yoksa bunu toplum ve çevren veya dışarıda gördüğün şeyler mi oluşturdu?” Cevabı akademide arıyor.

Felsefe okursam çözerim diye düşünüyorum. Değilmiş. Bir şeyin titrini almak, kendine karşı olan güveninin biraz gelişiyor olmasıymış sadece. Okula devam edemeyeceğimi anladım. İçimdeki ses sürekli ‘akademi akademi!’ diyordu ancak sonradan, bunun aslında, annemin iç sesi olduğunu fark ettim. Derken reklamcılığa girdim, ama sürekli ‘kaçtım’. Doğada vakit geçirdim, kendi özümü dinledim. Kendime değer vermeden bir sürecin içine giriyorsam, kendimi ifade edemiyordum. Eğer kendime karşı minicik bir kırıntı bile şüphem varsa, o zaman hiçbir şey başaramıyordum.

Başarmak nedir senin için?

Ben arızaydım. Otorite figürüne karşı çıkıyordum. Kendi içimde ‘özgürlük kısıtlaması’ olarak bahsettiğim şey aslında özgürlüğün ne olduğu sorusunu getiriyor. Özgürlük, benim için şu an burada olurken kendimi bedenimde ne kadar hissettiğim ve aklımın nerede olduğu…

Güzel Sanatlar’a giriyor ve bir atölyede çalışmaya başlıyor. Sürekli bir, deneme – geri çekilme süreci…

Yapmak istediğim şeyin sonuçlarını önden planlıyor olmamın kendime engel olduğunu fark ettim.Bu arada, ilk kişisel sergimi açtım. Symbolon semboller üzerine kurulu bir sergiydi, kırık cam etkisini anlatıyordu. Yapmak istediğim şeyleri yapmamla önümdeki tek engelin kendi oluş durumum olduğunu o zaman fark ettim. Bir şeyi yapamayacağımdan korktuğum anda, ya da ‘bir şey yapamayacaksın’ diyen birine kulak astığımda onu yapamadığımı… Yine bir şeyi yapmaya dair korkularımı dile getiremediğimde etrafımdan bunları duymaya sebep verecek şekilde realite tasarlıyor olduğumu fark ettim.

Aşırı enerji dolu bir insansın. Kaykay üzerinde Ankara’dan İstanbul’a gelmişsin…

Hiper aktiviteyi olumlu bir şeyle pekiştirmem gerekiyordu. Evrendeki enerjinin yok olmayacağı prensibi üzerine düşünüyordum. Bu enerjinin formunu değiştirip neye çevirebiliyorum, neye çeviremiyorum diye gözlemlemem gerekiyordu. Ben de oluş halimi etkileyecek olan duygu durumlarımı ve etrafımda şekillenen herhangi bir formu sanatıma almaya çalıştım.

İlk dönem çağdaş Yunan heykellerine çok benzeyen, onları estetik olarak alıp tamamen yeniden tasarladığım ‘Wabi Sabi’ isimli dijital bir kolaj sergisi yapmıştım. Sergide kullandığım her şey tek kullanımlık objelerdi. Şırıngalar, kâğıt tabaklar, çöp poşetleri, çatallar bıçaklar… Bu, tek gecelik serginin sonunda da alınmayan ne kaldıysa, çöp poşetine koydum ve kapıya bırakıp gitim. Çünkü tek kullanımlıktı. Satılmadıysa, birine hediye edilmediyse -sanat eseri formunda bile olsalar- tek kullanımlık olarak hiçbir önemi yoktu. Yapmıştım ve bozmuştum.

Sonrasında, Erin’in kendini ifade yolculuğu, mevcudiyetini dış etkenlerden steril bir şekilde uzak tutabilme sorgulamalarına evriliyor…

Derken ortaya ışık bilgisi çıktı. Bir çirkinlik görselinin altında hala, orada bir yerlerde bir kalbi olduğunu da görüyorsunuz. Ne kadar korkutucu ya da çirkin görünüyor olurlarsa olsunlar, bunlar aslında içimizdeki çocuktan geliyor. İçinde bir kalbi olan her şey güzeldir, bunun güzel olmasına sebep, sadece bizim ona bakış açımız.

Bu farkındalık Erin’in güzellik algısıyla oynamasına dönüşür. Güzel olmayan bir şeyi ne kadar güzel yapabilirim? Ya da güzel bir şeyi ne kadar güzel olmayan yapabilirim soruları ve arada dengenin kurulması, Güzel Olmayan Tarafım sergisinin yolunu açar.

Güzel olmayan tarafım; isminde küçük bir oyun vardı. Güzel olmayan tarafım yani çirkin olan tarafım. Ya da Güzel, olmayan tarafım. Tamam, kabul ediyorum ve olmayan tarafımı da göstermek istiyorum şeklinde…

Son serginin adı I & Creations. “I”, İngilizcede “ben” olarak yazıyorsun ve aynı ses, farklı yazılımda “eye” – “göz” demek. Ve sergide gözler ön planda.

Hepsinde açık olan şey aslında ‘3. göz’, ama bir de açılma süreci var.

Sergideki resimlerin hepsi, izleyen kişilerin beyninin içindeki görme merkezinde minik bir ışık hareketiyle ortaya çıkıyor. Yani resim dışarıda bile görünse buna bakan kişinin içinde gerçekleşiyor. Alt metni herkes kendine göre kendinden bir parça ekleyip onu içselleştirmeye başladığında, onu aslında kendi 3. gözü ile, sezgisel olarak yazmaya başlıyor.

3. gözün evet ben burdayım ve bunu göstermekten çekinmiyorum ve bunun ne olduğunu aktarmak istiyorum dediğim yerde karşıma bir ayna çıktı. İki üç hafta sürmüş bir trans sürecinin arkasından gelen bir bilgiydi. Zihin dediğimiz şey, burada gördüğümüz fiziksel realiteyi algılamamız ve onu tasarlamamızı sağlayan mekanizma… Bu, önümüze bizim ne olduğumuzu (sanatçıyım, dansçıyım, anneyim, yürüyüş yapan, ayşe, hasan vs.) kendimiz ya da başka birileri diye düşündüğümüz varlıklar grubu tarafından düşünsel olarak bize konulmuş sıfatlar. Biz, hangi bir sıfata bağımlı kalmayı tercih edersek, olabilmemizin sonsuz ihtimali olan diğer realitelerin hiçbirini deneyimlemiyoruz.

Işıkla hareket etmeyi kavramaya başladığımda karşıma bir ayna çıktı. Erin nedir? Sanatçı Erin, aktarıcı Erin? Karşıma çıkan suretlerimin hepsi bana oluş durumumun o anki halini gösteriyorlar. Ve benim yol diye düşündüğüm olma durumuna devam etmem için karşıma çıkan bütün aynaları sadece ışığın fakrındalığıyla kırmam gerekiyordu. Ben buyum deyip orda durmaya devam edersem, durmuş oluyorum. Oysa yaşamda olan şey durmak değil, ışığın hareket hali

Diğer bir iş, göz bebekleri olamayan ağzı açık ve bir şey söyleyen bir figür. Sevgiyi söylüyor.
Zaten önemli olan, sevgiyi ne kadar paylaştığmız ve paylaştığımız sevginin niteliğinin ne oduğu. ‘Kendimi çok seviyorum’ gibi egoyla bağımlı hale getirilmiş bir sevgiyle paylaşırsam o askıda kalıyor, sevgi olarak geçmiyor karşıya. Oysa, kendimizi gerçekten hatalarımızla doğrularımızla bir bütün olarak kabul ettiğimizde, ben, olduğum bu bütünü seviyorum dediğimiz anda, o hata sandığımız şeyler de eleniyor.

 

Kökümle olan bağlarımı reddetmeyi bıraktığım anda
köklenme zaten kendi kendine açığa çıktı.

 

Ne olacak bundan sonra?

Bilmiyorum. Ama, çok güzel baba olacağımı hissediyorum. Ona doğru gidiyor bir şeyler yavaş yavaş. Niyetim bu yönde. Artık bir şeyi, oluş halimi aktarıp ya da benim genlerimden ortaya çıkmış olan varlığın, aslında ‘ben’ dediğim farklı üst versiyonumun gelip bana anlatmasını istediğim bazı şeyler var. Çünkü o anlatacak bana, bunu biliyorum. Tanrı’yı dünyaya çağırıyorum. Kendi Tanrımı dünyaya çağırıyorum aslında.

Dalia MAYA 

 

Bu yazı Şalom Derginin Kasım 2019 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

 

 

 

Benzer yazılar

Yorum yazılmamış.