BARIŞ, NASIL?
Her şeyden önce dokunmakla başlıyordu barış. İnsanın insana dokunmasıyla, yüreğin yüreğe değmesiyle. Hikayeler anlatarak. Tanıyarak. Tanımak önemli idi. Tanımak ve tanıdıkça farklılıklar üzerinden değil, yaşanmışlıklar üzerinden, insan üzerinden bakmak. Birbirinin gözlüğünden görmek. Birbirinin sesinden dinlemek. Birbirinin sesi olmak.
İstanbul Kadın Müzesi geçtiğimiz ekim ayında Salt Galata’da “Kadın Müzesi: toplumsal bellek merkezi ve kapsayıcı mekan” başlığı altında düzenlediği konferansta farklı coğrafyalardaki çeşitli kadın müzelerinin yöneticilerini bir araya getirerek, kadının dünya üzerindeki durumunu masaya yatırdı. Özelde kadını konuşuyorlardı. Aslında kadın üzerinden dünyadaki şiddeti, zoraki göçleri, tehcirleri, düşmanlıkları, yok sayılmışlıkları, savaşları konuşuyorlardı. Daha doğrusu kendi kurumsal stratejileri üzerinden tüm bunların üstesinden nasıl gelebileceğimizi, özellikle de çatışma ortamlarında yaralarımızı nasıl şifalandırarak bu acı, nefret ve öfke dünyasından barış, huzur ve sevgi dünyasına nasıl yürüyebileceğimizi konuştular katılabildiğim oturumda. “Barış, nasıl?” sorusuna bir cevaptı aradıkları. Ya da kendi buldukları cevapların paylaşımıydı.
İLİŞKİLER VE YAKINLIKLAR ÜRETMEK
Yapmamız gereken, yaptığımız “Düşünmek, konuşmak ve üretmek çabasıdır” diyordu Reçel Blog’un yaratıcısı, Barış İçin Kadın Girişimi’nden Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Feyza Akınerdem. “Biz barış için kadın girişiminde ilişkiler ve yakınlıklar üretmeye çalıştık her zaman. Şu anda hala bunu yapıyoruz. Barış için kadın girişiminde hem görünür hem görünmez olarak bu ağları bu bağları kurduk.”
FARKLILIKLARI MUHAFAZA EDEREK O DENEYİMİN PAYLAŞMAK
İlişkilerin önemli olduğunu vurgulayan bir diğer konuşmacı ise Kuzey Kıbrıs Lefkoşa millet vekili Doğuş Derya oldu. “Neyi hatırladığınız, neyi sessizleştirdiğiniz ve neyi unutmayı tercih ettiğiniz çok önemli” diyerek Kıbrıs’ta iki hafıza projesinin yürütüldüğünü dile getirdi. “Kuzey’de de Güney’de Unutmayacağız üzerinden yürüyor hafıza projesi: biri yaşadığımızı unutmayacağız, öteki bize uygulanan şiddeti unutmayacağız diyor. Her ikisinin de ortak noktası kadınların hikayelerini sessizleştirmeleri. Kadınların yaşadığı tecavüz, kayıplar, taciz ve bunların hepsinin hem mekandan hem metinlerden dışlanması. O yüzden aslında bir şekilde kadınların deneyimlerinin hep birlikte konuşulması gerekiyor. Ortaklıklarımızı keşfedelim, hepimiz aslında kadınız benzer şeyler yaşıyoruz şeklinde değil. Daha çok farklılıkları muhafaza ederek o deneyimin kendisini yan yana getirmenin önemli olduğunu düşünüyorum.”
BİRBİRİNE KULAK OLMAK VE KUTUNUN DIŞINA ÇIKMAK
Dokunmak, ilişkiler yaratmak, paylaşmak… Aslında tüm bunları yapabilmek için görmeyi ve dinlemeyi bilmek gerekir. Kendi penceremizden değil, çok daha geniş bir çerçeveden, hatta baktığımız pencerenin tam karşısından, şimdiye kadar dinlemediğimiz ama şimdi artık dinlemeyi seçtiğimiz tarafın çerçevesinden bakmak ve dinlemekten bahsediyor Sabancı Üniversitesi öğretim görevlisi Ayşe Betül Çelik. Onun alanı Uluslararası İlişkiler ve Uyuşmazlık Analizi. “Barış, ancak dinleme ve görme pratiklerimizi değiştirdiğimizde olabilecek bir şey” diyor ve devam ediyor “Genelde barış dendiğinde direkt şiddetin durdurulması düşünülüyor. Halbuki bu üst seviye liderlerin yapacağı iş. Bir de Yapısal şiddet dediğimiz şey var. Her türlü kimliği öteleyen, aşağılayan öğreti ve kurumlar. Bunların değiştirilmesi gerek. Önce geçmişe bakmak gerek. Yas yaşanmalı. Çünkü yasını yaşayamayan bir toplum ilerleyemez.” Bu nasıl yapılacak? Güney Afrika’daki District 6 Museum örneğini veriyor: “sadece insan hikayeleri! Sadece siyahlara ait olan şehrin nasıl bir anda beyazlaştırıldığına dair hikayelerin toplandığı, sokak işaretlerinin, objelerin koyulduğu ve insanların şiirlerinin yer aldığı –okuduğum belki de en dokunaklı şiirlerdi- bir müze. Sarsıcı ama ajite edici değil”. En zor soru, dinlemeyi, görmeyi ret eden kesime nasıl ulaşacağımız meselesi. “Burada da bence en çok sanat devreye giriyor. Çünkü çatışma çözümünde en önemli şey şudur: kutu dışında düşünmek. Kutu dışında düşünmek de yaratıcılık gerektiriyor. Barış zor ulaşılan bir şey. Katılımcılık da çok önemli. Diğer yerlerdeki barış süreçlerine baktığımızda başarılar ancak spoiler dediğimiz, barış bozan kişilerin bile bu süreçlere katılımıyla sonuç bulabiliyor. Dolayısıyla bence sanat, yaratıcılıkla o kişilere ulaşabilmek için yolu açabilecek bir alan.”
YARALARI KONUŞMAK VE ÇAPRAZ DAYANIŞMA: BİRBİRİNİN SESİ OLMAK
Yaraların konuşulması, aslında bir Hafıza bellek üzerine çalışan yazar Karin Karakaşlı’ya kulak verebiliriz
“Eğer kimliğimin içinde ermeni varsa, zaten travma diye söz 1915’e dayanıyor. Oradan da fazla bir yere gidemiyor.” Tuhaf gelse de, Ermenilik üzerinden yaklaşmıyor, Karin Karakaşlı. O bu meseleyi Türkiye’nin temel meselesi olarak görüyor. Geçmişin bir parçası değil ama bugünü etkileyen temel bir yaşanmışlık olarak görüyor. Ve olanların konuşulmamış, cezalandırılmamış , halledilmemiş haliyle kalmasının temel bir travma olduğunu düşünüyor. Burada politikaların ötesinde hayatın doğal akışı içinde gündelik yaşama yansıyan alışkanlıklar ve duruşlar da önem kazanıyor. “Her şey bir çabadır. Ermeniliği yaşamak da dahil olmak üzere. Sadece politika olarak uygulanan baskılardan söz etmek mümkün değil bir de hayatın doğal asimilasyonu var yani hak olarak verilmiş şeyler illa sizin kullanageldiğiniz halde olmayabiliyor. Hayat Ermenice akmıyorsa, Ermenice ayrı bir hiyeroglif alfabesiyle bir süs objesine bir fetiş objesine dönüşebiliyor. Ermenilik de öyle. Yeterince azalmışsanız kimilerinin ilgi nesnesi haline gelebiliyorsunuz iyi niyetle ya da zaten devletin tercihiyle klasik resmi anlatıyla ders kitaplarında halen failsinizdir, iç mihraksınızdır, hainsinizdir aman dikkat edilmesi gerekensinizdir. Bunların içerisinde benim bir yazar ve bir kadın olarak bulacağım çözüm, etnik milliyetçilik kapanına düşmeden mücadeleyi sürdürmetir. Varlığınızdan kaynaklanan bir mücadele değilse, etinizden kemiğinizden kopmuyorsa, adı üstünde etnikse, sizi kıstırma tehlikesi vardır. Bu yüzden çözümü çapraz dayanışmalarda görüyorum.” Sadece Ermeni’yi değil, ama toplumun kucağında bulduğu diğer sorunları da kendine dert edebilmeyi, o konularda da söz üretebilmeyi öneriyor. “Bunu yaparken de işin içindeki insan ve kadın boyutunu unutmamak. Birilerinin bir objesine dönüşmemek.”
ACILARI YARIŞTIRMAMAK
“Çatışmalı herhangi bir toplumda göreceğimiz en büyük sorun bence acılarımızı yarıştırmak” diyerek çok önemli bir noktaya daha değiniyor Kuzey Kıbrıs Milletvekili Doğuş Derya. “İnsan hikayeleri bence bu açıdan çok önemli, gibi çünkü karşınızda artık o ötekinin, ya da acının içinden gelen bir şey değil, ete kemiğe bürünmüş, artık düşman olmayan bir resim sunuyor. O yüzden çok önemli.”
KURBANLAŞTIRMA KAPANINA DÜŞMEDEN
Özellikle travmanın tarihin sayfalarına henüz gömülmediği, ancak süregittiği çatışmalarda, barış çalışmalarında ekstra bir ihtimam gösterilmesi gerekiyor.
Japonya’da savaş döneminde kadınların çalıştırılması meselesi üzerine çalışan Mina Watanabe “Comfort Women” O kadınlar hala yaşadığı, hala geçmişin suçluluklarını psikolojik olarak taşıdıkları için yönettiği müzenin durağan bir bellek işlevinin ötesinde aktivist bir yanı olması gerektiğine de inanıyor. Zira geçmiş aslında Karin Karakaşlı’nın dediği gibi tam olarak da geçmiş değil. Geçmiş bugünün insanını da şekillendiriyor. Savaşta comfort woman olarak “kullanılan”, yaşadıkları için kendilerini suçlamaları, konuşmak istememeleri ve zaten erk sahibinin de bu konuları sessizleştirme çabası yaranın şifalanmasını engelliyor. Travma süregidiyor. Tam da bu yüzden “Kadınları kurban olarak göstermeden yapmak gerekir yapılacak olanı. Üstelik bunu hemen yapmak gerek. Bir süre sonra bu kadınlar ölmüş olacaklar. Ama ön çıkıp konuşmak da istemiyorlar. Çünkü kendilerini çok kirlenmiş hissediyorlar. Fakir oldukları için, anlayamadıkları için olan biteni, ve ellerinden bir şey gelmediği için. Ama mesele her ne yapıyorsak, öne çıkıp konuşan kadınların birer kurban olarak değil, birer insan hakları savunucusu olarak öne çıktıklarını unutmamak.
Klasik anlamda müze demek, mirası ve belleği korumak demek. Ama bunu yaparken kurbanlaştırma kapanına düşmemek gerek.”
Barış…. Onca çatışma yaşamışken dünyamız, onca çatışma yaşanmaktayken hala… Onca insan yollarda, göçlerde.. onca çocuk…. Barışı konuşabiliyorsak hala, hele kadınlar konuşabiliyorlarsa barışa nasıl ulaşılabileceğini…. Belki de hala umut vardır dünya yüzünde barışı yaşamaya… belki de hala umut vardır birbirine dokunabilmesine yüreklerin….
Ve eğer farklı yönlerinden yaklaşmışlarsa da bu oturumda konuşulduğu gibi, yaratacaksa taraflar ilişkileri, görebilecekse birbirlerini birbirlerinin gözlüklerinden gözlüklerinden, dinleyebileceklerse birbirlerini, paylaşabileceklerse yaşamı “birbirimizin farklılıkları içinde bin kişi isek bin tane farklı hikayemiz olduğu bilinci ile birbirimizle konuşma, dinleme ve eyleme halini. (K. Karakaşlı)”yakalayabilecekse, “beğenmiyorsan çek git”ten “gel birlikte hallederiz”e geçilebilecekse…. Barış da ulaşılmaz bir ütopya değil aslında.
Dalia MAYA
Bu yazı Şalom Derginin Aralık 2016 tarihli 62. sayısında yayınlanmıştır. İlgilenen, yayın tarihinden 3 ay sonradan itibaren http://dergi.salom.com.tr linkindeki arşivden orijinaline ulaşabilir.
Yorum yazılmamış.