Senaryolarını değiştirenler bu ay konumuz. Kahramanlarımız ise gezgin ruhları ile bütünleşerek senaryolarını değiştirenler. Öyle lüks gezginler değil, ama doğayı örnek alıp, doğanın minimum enerji ile maksimum verim alma yöntemine uyumlu yaşamayı seçenler.
Tüketim ekonomisinin 21. Yüzyıl insanına empoze ettiği gibi “alma” odaklı değil de, doğada olduğu gibi “verme” merkezli yaşamayı tercih edenler.
Senaryoyu değiştirme konusunu ilk olarak Balat’ta tanıştığım Gaye Nurmi ile konuşmuştuk. Gencecik yaşında, ailesinin ona sunduğu imkanları elinin tersiyle itmesini hem şaşkınlık ve merakla anlamaya çalışmış, hem de doğru bildiği yolda yürümesini saygı ile karışık bir hayranlıkla dinlemiştim. Dinliyor; bir tarafım doğru yaptığını kabullense de bir yanım direniyor, bunu sistemden çıkmadan yapmanın başka bir yolu olabileceğini vurgulayıp duruyordu. Anlamaya çalışıyor ama açıkçası anlamıyordum. Bir hoşluk yaparak birilerine dokunmak amacıyla bir arkadaşımla gittiğimiz Balat’ta sırf bizi mutlu etmek üzere önerimizi kabul edişindeki zarafeti unutmam mümkün değil. “Senaryomu değiştirdim” diyerek bu çalışmanın başlığını da o gün bu dosya henüz aklımızda dahi yokken bize sunan da Gaye idi.
Derken bir toplantıda buldum kendimi. Herkesin birbirini “bugün senin için ne yapabilirim” diye sorarak karşıladığı bir toplantıda. Öyle içten, öyle gerçekti ki o gün bu soru, doğal olarak ben de kendimi diğerlerine aynı soruyu sorarken buldum: “Peki ben senin için ne yapabilirim?”
Bir anlamda, çoğunluğun farklı addettiği sıra dışı gezginler. Toplumun gözünde sıra dışı olsalar da, ekolojik gezgin Rüzgar Yolgezer gibi “sıra dışı olmaktan korkarım” diyecek denli kendi ruhlarının yolunda, kendi özlerinin istediğince yaşayıp/gezenler. Bu dosya için görüştüğümüz Eda Başgül de aynı şeyi söylemeyecek mi zaten biraz sonra bize? “Benim için önemli olan şey, anladığım, yaşadıklarımdan çıkardığım ders, benim her zaman ne istediğimi bilmem gerektiğidir. İçimde, özümde ne istediğimi bilmem gerektiği. Yani materyel hayatta arabam, evim değil. Benim ruhum nasıl bir ortamda, ne yaparken huzurlu olur? Ben asıl o zaman mutlu oluyorum çünkü.”
Toplumsal beklentilerin doğrultusunda kariyer yaparak çok para kazanma şansı varken; bunun, yapmak istedikleri ile ilgisi olmadığını genç yaşında fark edip, profesyonel kariyerler yerine özlerinin doğrultusunda gidenler arasında üniversiteyi bitirdikten hemen sonra Avrupa’yı bisikletle gezmek üzere hazırlıklarını sürdüren bir ekolojik gezgin Rüzgar Yolgezer.
Ailesi ile İstanbul’dan Gemlik’e taşındığı dönemde henüz 7 yaşında iken, evden kaçıp, arkadaşı ile çaldıkları bir sandalda sabaha kadar kürek çekerek gezmeye giden Hüseyin Ürkmez , yıllardır gerek Türkiye’de gerek yurt dışında da aylarca bisiklet ve kürek gezileri yapan, bir dönem Atlas dergisinin yazar /editörlerinden deneyimli bir gezgin. Henüz daha lisede iken kalkınma üzerinde bir şeyler yapmayı kafasına koyan Eda Başgül ise senaryosunu değiştiren bir yaşam gezgini. Ne oldu da hayatlarını değiştirmeye karar verdiler? Nasıl başladılar? Profesyonel bir hayattan böyle bir yaşama geçiş nasıl oldu? Değerler ve yaşama bakış bu geçişle birlikte nasıl değişti?
“Aslında ne oldu da değişti kısımları benim kontrolümün dışında olan şeyler. Çoğu zaman da anlatmakta güçlük çekebileceğim şeyler. Çünkü hayatımdaki minik minik taşların yan yana gelip de benim onların üstünden basıp da gitmemle olan değişimler bunlar. Pat diye bir sabah uyandığımda, ben bunu yapmalıyım artık dediğim şeyler değil. O yüzden ben yavaş yavaş anlatayım sana nasıl geliştiğini, belki anlatırken ben de bulurum.” diye söze giriyor Eda Başgül.
Asker bir babanın oğlu olarak Deniz Hastanesinde dünyaya gelmesi idi belki de Hüseyin Ürkmez’in denize olan sevdasının kaynağı. Küçük yaşında tanıştığı sandal ve kürek yaşamının merkezine oturmuş, bir dönem yerini bisiklete bıraksa da, denizi onun vatanı yapmıştı. Sıra dışı sandalla gezme hayalleri önceleri liman otoriteleri tarafından “yasak!” denerek reddedilmiş, yola çıkması için gerekli olan izin evraklarını bir türlü tamamlama şansı olamamıştı. Uzun yıllar bisikletle Türkiye’yi ve Avrupa’yı dolaştıktan sonra ancak 1998 yılında anlıyor Hüseyin sandalla yurt dışına çıkmanın yasak olmadığını. İlk çıkış iznini tanıdık bir liman polisi sayesinde alıyor. Çevre kirliliğini protesto etmek için çıkıyor yola. Kimi zaman sponsor bulsa da, o sponsor bulmadığında da yola çıkıyor. Çevre kirliliğini protesto etmek için mesela. Basına haber verse de pek yüz vermiyorlar. Ya bunca kilometreyi kürekle yapacağına inanmıyorlar, ya da böyle bir haberin reyting yapacağına. Bırakın pedalla ya da kürekle gezmeyi, ülkemiz insanının tatil anlayışının dahi henüz gelişmemiş olduğu dönemlerden bahsediyoruz. Yabancı ve uzak geliyor böylesi bir yaşam insanlara. “Bisikletten sonra, ilk çıkış iznini alır almaz sandalla gezmeye başladım. Sandalla da dünya gezilebilir. Denizden de gezilebilir. “Yok abi” diyenler oldu. Çok itiraz edenler oldu. Ama şimdi artık herkes inanıyor. Biliyorlar, çünkü araç takip kiti var teknemde, artık uydudan internete giren herkes gezimi canlı izleyebiliyor. Bir tıkla gezi sitemine giriyor. Gerçi ben görünmüyorum, sandalım görünmüyor ama girdiğim koy, dere ya da taşın üstüne koysam sandalı görüyorsunuz. Net bir şekilde. Acaba gitti mi gitmedi mi, bizi kandırıyor mu muamması da ortadan kalktı artık.”
Altı ayda Avrupa’ya bisiklet ile dolaşmak üzere hazırlıklarını yapmakta olan bir vejetaryen Rüzgar. Rüzgar ona ebeveynlerinin verdiği isim değil. Bu onun kendine seçtiği isim: Rüzgar, Rüzgar Yolgezer. Kim iddia edebilir ki hangisi daha çok onun ismi? O henüz üniversiteyi yeni bitirmiş. Kariyer kültürünün en güçlü olduğu üniversitelerimizden birinde inşaat mühendisliğinden mezun olmuş daha birkaç ay evvel. “Üniversite öğrencilerinin büyük bir kısmının kariyer yapmaya yöneldiğinin farkındayım. Ben de çok kısa bir dönem bunu denedim. Sonuçta 6 yıl önce gezgin olarak gelmedim okula. Böyle bir niyetim yoktu. Üniversiteyi bir an evvel bitirip yüksek kariyerler yapmak ve bol para kazanmak hedefindeydim. Sonra biraz staj yaptım, şantiyede çalıştım. Farklı işlerde çalıştım. Günlük vasıfsız işçilik yaptım. Çok ihtiyacım olduğundan değil de can sıkıntısından çalıştım. Çok hoşuma gitmedi. Ne vasıfsız işçi olarak çalışmak, ne de şantiyede stajyer olup çalışmak ve daha sonra yüksek bir kariyer teklifi alıp ilerleyebilmek. İkisi de beni pek cezbetmedi. Ama hala bütün köprüleri yıkıp yola çıkmaya hazır değildim. Hiç bir maddi güvencem olmadan yapılabilir mi diye soruyordum kendime. Başta cevap bulmuyordum. Önceleri en azından bir kaç sene çalışıp da biraz para biriktiririm gibi düşünüyordum. Paraya bir şeyler yapıp harekete geçebilmek için bir zorunluluk olarak bakıyordum. Daha sonra bu düşünceden vaz geçtim. Paraya ihtiyacım olmadığını düşündüm. Çünkü artık insanlarla aramda güven artmaya başladı. Sosyal medyanın da etkisi vardı. İnsanlara güvenebileceğimin farkına vardım. Yani param olmadan da insanlarla dayanışma içinde hareket edebileceğimi düşünmeye başladım. Bu noktada da zaten film koptu. Çok para kazanmak ve kariyer peşinde koşmaktansa hayal diyebileceğim bir kaç şeyin peşinden koşmaya başladım. Şu an bisikletle Avrupa’yı dolaşmak istiyorum.“ Bu gezi için çadırdan bisiklete, gezisini kayda alabilmek için laptoptan kameraya ihtiyaç duyduğu tüm malzemeyi sosyal medya üzerinden temin etmeye çalışıyor Rüzgar. Ana destekçisi Türkiye Vegan ve Vejetaryenler Derneği. Bir vejetaryen olduğu için de takipçileri arasında doğayı sömürmek yerine doğa ile birlikte yaşamanın daha doğru olduğu bilincini de geliştireceğini, en azından insanoğlunun doğaya saldırgan bir şekilde davranmayarak da yaşamını gayet düzgün bir şekilde idame ettirebileceği farkındalığını yaratmayı hedefliyor. Gerekirse sadece etin yanı sıra hayvansal hiç bir ürünü kullanmayan vegan, hatta para ile hiç bir ilişkisi bulunmayan bir yaşam tarzı olan freegan olarak da gezisini sürdürebileceğine inanıyor. “Yol boyunca hayvan eti yemeyeceğim ve bisiklet kullanarak ulaşımda ekstra fosil yakıt harcanmasına sebep olmayacağım. Solar paneller kullanarak, şebeke elektriğinden bağımsız olmayı deneyeceğim.”
Doğa ile yakınlığı 3-4 yaşlarına dayanıyor Eda’nın. O yıllarda bir kaç yaz Kayseri ile Sivas arasında gittiği dede memleketi Maraşlı köyüne. “Dedem orada doğmuş, gençliğinde Kayseri’ye yerleşmiş. Orada bir fabrika kurmuş, sanayici olmuş, sonra 70lerde de İstanbul’a taşınmışlar ailece. Küçükken bir iki yaz dedemin ve babasının doğduğu o köle gitme fırsatı bulmuştum. O ziyaretler hala aklımda. Orada küçücük mavi bir kelebeğin peşinden koştuğumu ve onun elimde bıraktığı pulları falan hatırlıyorum. Net bir şekilde.”
Rüzgar’ı sosyal medyadan takip eden Eda, onun çok önemli bir iş yaptığına inanıyor. “Çoğunluk onu küçümseyebilir. Ama ben takdir ediyorum. Çoğunluğun düşüncesinin aksine o dilenmiyor. İnsanlara aslında birbirine güvenmeyi hatırlatıyor. Birbirine karşılıksız bir şeyler vermenin ne kadar güzel olduğunu hatırlatmaya çalışıyor. Bir hizmet karşılığında bir şeyler vermek, takas yapmak, veya sadece yardımcı olmak. Oradaki ana prensip bu ve bir çok insan aslında o ekolojik gezgini gördüğü zaman pek anlam veremiyor. Oysa Rüzgar bir şey istemiyor aslında, o bir şeyi kanıtlamaya çalışıyor bence.”
Gezgin Deposu
Rüzgar ile Balat’ta, dünyanın her bir köşesinden anılarla dekore edilmiş insanların birbirlerine sevgi ile yakınlaştığı Derviş Baba Kahvehanesinde buluşmuştuk. Hüseyin’le ise Kadıköy’de minicik ama dekoru ile kendisini ta yolun başından fark ettiren Gezgin Deposu’nda buluştuk. Kapının girişinde, ziyaretçiyi uzaklardan karşılayan sandal Hüseyin’e farklı gezilerde eşlik etmişti. Üç küçük sandalye ve bir minik masanın bulunduğu bu mekan Hüseyin’in farklı gezilerinin şahitliğini yapıyordu bir anlamda. Duvarlara dayandırılmış kayıklar, kenarları yıpranmış kürekler, kullanılmış eldivenler, kasketler, biri katlanabilir olmak üzere iki bisiklet, günler boyunca yalnızlık içinde yenilen yemeklerin ısıtıldığı iki minik ocak… Her hali ile yalnızlığı, belki de bir asosyalliği işaret eden bir dekor. Aylarca, tek başına, bisiklette pedal çevirerek olsun ya da bir sandalda kürek çekerek olsun gezmek sosyal bir insanın ne kadar yapabileceği bir merak acaba? Ancak Hüseyin, uzun uzun konuşması, neşeli ses tonu, sıcacık yaklaşımı ile oldukça sosyal bir insan görüntüsü veriyordu. “Denizi ve denizi dinlemeyi seviyorum. Kürek çekmemdeki önemli nedenlerden biri de denizin bana konuşması:
- Bugün gideceksin ya da gitmeyeceksin diye söylüyor. Bu benim için önemli. Esiyor mu? Rüzgar karşıdan mı esiyor?
Mecburen kıyıya çekip bekliyorsun. Dalgaya karşı gidemezsin. O beklediğiniz anda da deniz şöyle diyor bana:
- şimdi in kıyıya, ne yaparsan yap. Kimlerle tanışırsan tanış. İster bisikletinle dağlara çık; istersen Yorgo’nun meyhanesine git, orada adamlarla sohbet et.
Ben de öyle yapıyorum zaten. Kıyıya iniyorum, insanlarla temas kuruyorum. Bisikletimle geziyorum o kötü havanın sayesinde ya da orada yeni bir şey öğreniyorum. Ben doğa ne isterse ona tabiyim. Doğaya meydan okuyamıyorum. Ve denizde asla yalnız olmadım.
- Sandalda da nasıl sosyal olur ki insan bir başınasın ?
- Müziğim var, müzik dinliyorum. Bazı yerde dinlendiğim zaman, zaten insanın dostu kitap derler, orada kitap devreye giriyor. Bazan zaten denizde dalıyorum, geziyorum zaman akıp geçiyor. Kıyıda da öyle, denizde de öyle. Hiç yalnızlık çekmiyorum. Zaten yunan müziği eğlencelidir genelde. Çok keyfe keder bir yolculuk sandal yolculuğu fırtına olmadığı zaman. Fırtına olduğu zaman da hiç bir şey hatırlamıyorsunuz. Öyle bir mücadeleye girerseniz, saatlerce de sürse aynı kare sanki. 6 saat, 7 saat ne oldu onca süre? Hep aynı. Orada film kopuyor zaten.
Doğa gibi düşünmek
Bir kere bir fırtınada yarım saat boyunca aynı noktada kürek çekmek zorunda kaldığını anlatıyor Hüseyin. Genellikle keyfe keder bir yolculuk olsa da, çok dikkatli olmak gerektiğini, coğrafya bilgisinin geliştiğini ve her an nerelerden geçtiğinin farkında olmak gerektiğini anlatıyor. En önemlisi de sanırım doğa gibi düşünüp, doğa gibi hareket edebilmek. “Mesela bir yerde kötü bir hava geliyor. Çok kötü bir hava geliyor Anamur tarafında. Her taraf da kayalık. Her geçtiğim yeri hafızama almak zorundayım. Çünkü hava değiştiğinde az önce bir koy ya da büyük bir kaya parçası gördüğümü hatırlayıp onun arkasına saklanmaya gidiyorum. Öyle laylaylom yok. Çünkü hava değiştiğinde, sonuçta sandalın üstü açık, dalgada batarsınız. Dolayısıyla her gördüğüm yeri hafızaya alıyorum. Yiyeceğim, suyum var, iki gün bekliyorum. Baktım yiyeceğim bitiyor, suyum bitiyor, ondan sonra tırmanmaya başlıyorum. Ya da gece geç saat, hava karanlık, zifiri karanlık, dağlar, vadiler.. Bakıyorum yolumu hemen buluyorum. Bakıyorum bir dere, bir dere yatağına gidiyorum. Nereden bulabilirim onu, nerden aklıma geliyor? Çünkü vadi kocaman bir dağ, orada akan bir su olacak, aktığı bir yer olması lazım, hop giriyorum oraya. Sonra millet bana diyor ki “ya sen daha önce geldin mi buraya? karanlıkta yolunu nasıl buldun sen?” Oralı olmam şart değil; coğrafya bilgisi de gelişiyor gezdikçe. Ve rüzgarın nereden eseceğini de tahmin edebiliyor insan zamanla. Yani kıyı denizciliği de böyle bir şey. Her saniye suyu hissediyorum ben. Denizi hissediyorum.”
Doğa gibi hareket edebilmek
Doğa gibi hareket edebilmek sıra dışı gezginler için olduğu kadar dünya üzerinde yaşayan herkes için önemli aslında. Doğayı inceleyip doğaya en uygun yaşam şeklini geliştirmeyi amaçlayan permakültürün de odak noktasında bu yatıyor. Dünyada son yıllarda yükselen bir yaklaşım ise biyo-mimikri adı verilen bilim dalı. Bilim adamları uzun yıllardır doğanın minimum enerji ile maksimum verimi alacak şekilde tasarlanmış olduğunun farkında idi. Son yıllarda doğayı, bitkileri, böcekleri daha yakından incelemeye; doğada zaten var olan sistemleri taklit etmeye başladılar. Geçtiğimiz Şubat ayında All Design konferansları için İstanbul’da bulunan ve alışılmışın dışında keskin ve net tasarım anlayışıyla farklılığını gösteren Mimar Mario Botta tasarım ekibine bu alanda çalışan biyologları katan önemli mimarlardan biri. Böylelikle doğanın teknoloji ve tasarımda öğreteceklerinden istifade edebileceklerdi. Biyo-mimikri ile tanınmış diğer mimar, tasarımcı, ve mühendisler gibi o da şöyle düşünüyor “tasarım masasının başında oturacak, o anda ilham bulmamıza yardımcı olacak bir biyolog istiyoruz. Hatta bizi dışarıya doğaya çıkarmasını istiyoruz. Bir tasarım sorunuyla çıkageliriz ve bize ilham verebilecek en iyi örnekleri doğada bulabiliriz.
Konu üzerine kitapları olan Biyolog Janine Benyus , Biyo-mimikri’yi, doğayı taklit etmek, var olan bir organizmanın çalışma sistemlerini öğrenip bu sistemleri uygulamaya katmak olarak ifade ediyor. “Zira doğa, mimar ve mühendislerin kariyerlerini çözmeye adadıkları sorunları zaten çözmüş olan organizmalarla dolu. Burada yol doğayı öğrenmenin ötesinde doğadan öğrenmek.” Böcekleri inceleyerek binaların enerji ihtiyaçlarını asgariye indirmeyi, ya da termitlerin sistemlerinden yola çıkarak binanın doğal klimatizasyonunu sağlayabiliyor artık mimarlar. Deniz kabuklarının var oluş sistemlerini inceleyerek borularda tortu birikmesinin ve tıkanıklığın önüne geçebiliyorlar. “Biyo- mimikri yaşamın dehasına bilinçli öykünmedir” diyor Janine Benyus bir konuşmasında, “köle gibi taklit etmek değildir. Doğanın tasarım prensiplerini, dehasını almak ve bundan bir şey öğrenmektir.” Burada amaç; insan yapımı dünyayı, arabaları, uçakları, oturduğumuz koltuğu, evlerimizi, her şeyi, sil baştan ama bu sefer sürdürülebilir, daha az karbon ayak izi bırakacak şekilde yeniden tasarlamaktır. “Kimyasal hammadde olarak Karbon dioksiti ele alalım mesela. CO2 fazlası insanlar için zehirli. Ancak Cornell Üniversitesinden Geoff Coats’un kendi kendine dediği gibi bitkiler CO2’yi zamanımızın en büyük zehirleri arasında görmüyor. Biz öyle görüyoruz. Bitkiler CO2den uzun nişasta ve glikoz zincirleri yapmakla meşguller. Coats bir katalizör bularak CO2yi polikarbonata çevirmenin bir yolunu buldu. Böylelikle CO2den biyo-çözünebilir plastikler üretti. Tıpkı bitkiler gibi”. Ya da Mor bakteri adı verilen bir bakterideki enerji toplayan mekanizmayı taklit eden insanlar var. Bir tavus kuşunun, o muhteşem renklerini, kendi şekilsel yapısına ışığın yansıması sonucu yarattığını gözlemleyebiliyor biyologlar. Böylelikle pigment kullanmadan renk verebilmenin yolunun da bu şekilleri taklit edebilmekten geçtiğini keşfediyorlar. Balinanın yüzgeçlerinin üzerindeki yumrucukların bir uçak kanadında taklit edildiğinde hızın kayda değer bir şekilde arttığını ve bu durumda fosil yakıtın aynı oranda minimize edilebileceğini keşfediyorlar. Mimar Mick Pearce biyologlarla iş birliği yaparak, Zimbabwe’de termitleri taklit ederek yarattığı binasının, hiç bir havalandırma makinesi kullanmamasına rağmen, serin kalmasını sağlayabiliyor. Başka bir dosyanın konusu olabilecek İrem Orhan hocamızın sözlerini daha iyi anlıyoruz bu örneklemeleri gördükçe: “Yaşam fiziğin tesadüfi yan ürünü değildir. Evreni yaratmanın yan ürününü oluşturur.”
HÜSEYİN’İN GENÇ GEZGİNLERE ÖNERİSİ
Olmazsa olmaz ilk yardım.
Tek önerim hiç gitmeyen, yapmayan, gitmeyen insanları ciddiye almasınlar. Kendileri araştırsınlar. Kesinlikle ciddiye almasınlar. Bence bu benim için daha önemli. Adam gitmemiş yapmamış, fakat en yakın arkadaşınız da olabilir, anne babanız da olabilir olumsuz yaklaşabilir. Neye dayanarak tan olumsuz yaklaşıyor.? Ben bu sandalla ilk çıktığım zaman onu sormuştum bebekte kaptanlara. “Gidemezsin!” diyorlar.
- Siz gittiniz mi?
- Yooo, gitmedik.
- Peki nereden biliyorsunuz benim yapamayacağımı?
Bence en önemli şey bu . tavsiyem bu : Dinlemesinler! Çünkü anne, baba, öğretmen üçlüsü farkında değil, çocuklarının kanatlarını kesiyorlar. İki sözcükle yapıyorlar bunu: “Yapma!” “Gitme!” Sonra da uçamıyor çocuklar. Kimse yuvadan uçmuyor.
VEGANİZM ve FREEGANİZM
Beslenme alışkanlıklarını et yememe üzerine kuranlara Vejetaryen dendiğini biliyorduk. Veganizm hiç bir şekilde hayvansal ürün kullanmama prensibine dayalı bir sistem. Et yemediğiniz gibi, yumurta, süt ve süt ürünleri de yemiyorsunuz. Aynı şekilde hiç bir hayvansal yan ürün kullanmıyorsunuz.
FREGANİZM ise dünyada daha sonradan çıkmış bir sistem. Parasız yaşama üzerine kurulu. Temel ihtiyaçlarımızın zaten doğa tarafından bize sunulmakta olduğu prensibine dayalı. Yeni bir eve yerleşmek yerine terk edilmiş binalarda yaşamayı, doğada bitkilerden beslenmeyi, hatta daha da ileri giderek “birilerinin çöpü, diğerlerinin hazinesidir” düşüncesi ile çöp karıştırarak dahi yaşayanlar var dünyada. İmkansızlıktan değil de, bunu bir yaşam tarzı olarak seçmiş olduklarından. Avrupa ve Amerika’da paketi hiç açılmamış gıdalar dahi çöplerden çıkabilirken, ülkemizde bu tür çöplere pek rastlanmıyor(muş). Bu durumu Rüzgar, Türk insanının küçük yaştan itibaren tutumlu olmak üzere yetiştirilmesine bağlıyorsa da düşünmeden geçemiyorum: Tutumlu olmak belki de toplumsal olarak içinde yetiştiğimiz “yoksunluk bilincinin” bir dışa burumu olsa gerek. Demek Amerikalı bizlere göre daha fazla “varlık bilinci” ile yaşıyor. Şartlar ne kadar zor olursa olsun, ihtiyacı olan her ne ise onu bulacağına daha derin bir inançla bağlı. Oysa Anadolu insanın şefkat ve paylaşım duygusu diller destan. “Anadolu’da çöp karıştırmaya da zaten ihtiyaç yok” diye ekliyor Rüzgar. “Yalnız bir gezginseniz, bir lokma ekmek, bir tas çorbayı zaten esirgemez sizden Anadolu insanı”
ARMAĞAN EKONOMİSİ ve ZUMBARA
“Rüzgar ihtiyaçlarını ödünç isterken dikkatimizi Armağan Ekonomisi kavramına çektiğini” düşünüyordu Eda. Senaryolarını değiştirenler kadim, ancak bir o kadar da yeni bir kavramla tanışmama vesile olmuşlardı. Doğada var olan her şey vermek sisteminde hareket ediyor. Güneş ışığını ve ısısını hiç bir karşılık beklemeden veriyor her sabah. Ağaçlar ne gölgelerinde kimleri dinlendiğini umursuyor, ne meyvelerini verdikleri kişileri seçip karşılığında bir şeyler bekliyorlar. İnsan oğlu ise, doğa sisteminin aksine genellikle becerilerini, yeteneklerini, zamanlarını ya da bilgilerini verdiğinde karşılığında bir şey bekler halde. Oysa armağan ekonomisinde “verdiğimiz hizmetleri ya da ürünleri, o piyasadaki belirlenmiş parasal değerleri ile değil de karşındakinin ona verdiği değerle ölçeyim ve ben vereyim , o bana ne isterse versin, isterse belli bir parasal karşılığı için ne düşünüyorsa onu versin. İsterse bunun karşılığında bir ürün versin, isterse bir hizmet versin, isterse hiç bir şey vermesin. Veremiyorsa da vermesin. Zumbara diye bir hareket var mesela. Üye oluyorsun ve senin elinden gelen şey ne ise onu veriyorsun. Diyelim çok güzel piyano çalıyorsun. Topluluğa diyordun ki, ben ayda bir kere iki saat piyano dersi vermek istiyorum. Bunu bu topluluğa bunu sunmak, armağan etmek istiyorum. Ancak hiç bir karşılık beklemiyorsun. Sistem geliştikçe, toplulukta herkes kendi bilgi ve becerisini armağan ettikçe, gün geliyor senin bir ihtiyacın da karşılanabiliyor. Bilgi ve becerini ama en çok da zamanını verdiğin için Zumbara adını vermişler bu harekete, bir nevi Zaman Kumbarası.
“Armağan zihniyetine adım atarken bırakın duygularınız yönlendirsin sizi. Verdikleriniz bir erdem standardına ulaşma çabasından değil, minnetten doğsun. Belki de ilk adımlarınız küçük olacaktır: fazladan bir şey eklemek, herhangi bir ödül gündeminiz olmadan küçük iyilikler yapmak. Bir işletmeniz varsa, küçük bir parçasını armağan modeline çevirebilirsiniz belki. Hangi adımları atarsanız atın, geleceğin ekonomisine hazırlanmakta olduğunuzu bilin.”
Erözüler
Can 8, Ece 12 Yaşında. Onlar senaryolarını en küçük yaştan itibaren doğa içinde gezginliğe de yakın bir şekilde yazma şansını yakalayanlar. Onlar, gezgin bir anne-babanın çocukları… “Ece ilk turunu yaptığında 8 yaşındaydı.” diye söze giriyor babaları Cem ERÖZÜ: “O günün en uzun etabı 98 km idi ve Ece de o etabı sıkıntısız geçmişti.”
“Can, ilk turunu yaptığında 5 yaşındaydı bu menzili çok rahatlıkla geçebildi. Parkur sürüşlerimizi, saatte ortalama 15- 18 km / saat hızla yapıyoruz. Mutlaka 4 mola veriyoruz ve bu molalarda, yeme içmenin yanı sıra, mutlaka, gezinin içine yerleşmiş olan kültürel bir tema da işleniyor. Ya bir müze geziyoruz veya doğayla ilgili özel bir bilgi alıyoruz, hiç yoksa, yolumuz üzerindeki eski bir şehri geziyoruz.”
Bu yıl da, Dresden den başlamak üzere, Elbe nehrinde 1 haftalık bir gezi planlıyorlar. “Bu turların ilkini biz, 2011 yılında, ikincisini de 2012 yılında yaptıktan sonra, artık rutin olarak, Almanya da, her yıl bir parkur seçip, sürüşlerimizi yapmaya başladık. Bu parkurlar genel de, 300-350 km uzunlukta ve 5 günde geçtiğimiz parkurlar. Yani ortalama günde 60-70 km yol yapıyoruz.” Bu şekilde, spor, kültür ve ailece birlikte son derece eğlenceli zaman geçiriyorlar.
Almanya etkinliklerinin yanı sıra, bir de her yıl 16-18 Mayıs tarihlerinde, şehitlerimizi anmak amacıyla, İstanbul’dan Çanakkale’ye toplu bir sürüş yapıyorlar. “Bu sürüş oldukça zorlu olmakla beraber, son derece anlamlı ve çocuklar için çok özel bir önem taşıyor. Bu parkurda, günlük 80 – 110 km arası yol yapılıyor.”
Dalia MAYA
Mayıs 2014
Bu yazı Şalom Derginin Ekim /2015 tarihli sayısında yayınlanmıştır. İlgilenen için link:Yaşam senaryolarını değiştirenler
Daha fazlasını merak edenler için linkler:
– zumbara
– Janine Benyus’un “Doğanın mühendislerinden şaşırtıcı dersler” konulu TED.com konuşması (Türkçe altyazılı – İngilizce)
– armağan ekonomisi ve sürdürülebilir yaşam
Yorum yazılmamış.