“Kuzeyin insanları… Gözlerinde dekorlarında olmayan maviyi taşırlar. Kendi yaşadıkları cehennem yıllarını unutmadıkları için kapılarını sıkıntıda olana açarlar.”
Enrico Macias, Les Gens du Nord
Coğrafya kaderidir bir anlamda insanın… Şekillendirir, sadece yaşam tarzını değil, ama duruşunu, bakışını, davranışını, halini… Doğunun da doğusunu gezdik geçen hafta. Unutulmuş, unutturulmuş kültürlerin beşiği Cizre’de, İdil’de, Şırnak’ta geçmişin izlerini aradık. Biz daha oradayken başladı Suriye sınırında bir harekat. İstanbul’da yakınlarımız bizim için endişeli saatler geçirirken biz sakin bir ortamda çaylarımızı içiyorduk. Üzülüyorduk, barışın insanlık için olmazsa olmaz olduğuna inandığımızdan. Yüzyıllardır, binyıllardır terörle, acıyla şekillenmiş topraklar… Ta Bizans’tan beri sürekli kayyumla yaşamış. Her yeni gelenin baskın çıkmaya, yok etmeye çalıştığı kültürler.
Zaten gitmişler. Mezopotamya burası. Bir zaman önemli bir Yahudi kültürü varmış mesela. 500. Yıl Türk Yahudileri Müzesinin dokunmatik ekranında Cizre’deki Yahudi kültürüne dair olarak Hicri takvimin ilk iki yüzyılından itibaren Cizre’de sinagog olduğu belirtilmiş. Bir de sinagogun yükseltilmesine ve tamirine ruhsat verilmesine dair 1913 yılına ait bir iradeden bahsediliyor. Sadece 100 yıl önce Cizre’de Yahudiler yaşardı. Oysa…
Soruyorsun. Kimse bilmiyor. Tek tük aldığın cevap “Cizre’nin çoğu Yahudi idi ama gittiler. Ya da saklandılar. Konuşmuyorlar!” Eski çarşının oradayız. Rehberimiz, “Buralar hep Yahudi mahallesiydi” diyor ya, gözüm binalarda, bir minik işaret arıyorum. Nafile! Geçmişe ait ne varsa yıkılmış… Yerine yarım yamalak, dağınık, kimi yer hala yıkık, ya da çirkin apartmanlar dikilmiş; onlar da çatışmalardan delik deşik.
Gitmişler… Yahudiler neredeyse hiç bir iz bırakmamak üzere gitmiş. Gitmişler; Ezidiler gitmişler. Kocaman mağara köylerini, evlerini, yurtlarını bırakarak girmişler. Unutmamışlar ama bağlarını bu coğrafya ile. Unutamamışlar. Şimdilerde Amerika’dan, Almanya’dan, Irak’tan gelip yenilemeye çalışıyorlar bağlarını. Temsili 7 Melekler mezarında gencecik bir kızın, Elmas’ın Ezidiliğe geçiş törenine denk geldik mesela. Irak’tan bu tören için gelmişler. Fotoğraflar çekildi, dilek çaputları asıldı. Tercümanlar aracılığıyla tanıştık, kutladık, uğurlandık.
Gitmişler. Ermeniler gitmişler. Geride yıkık dökük ama hâlâ haşmetli kiliselerini bırakarak gitmişler.
Gitmişler, gitmek zorunda bırakılmışlar hepsi aslında.
Süryaniler biraz daha kalmışlar burada. Hâlâ kimi kiliselerine sahip çakabilmişler. Hâlâ kadim dillerini, dinlerini, kültürlerini öğretebiliyorlar çocuklarına. Ama coğrafyanın çilesi Demokles’in kılıcı gibi tepelerinde.
Çorak, kurak, uzak bir coğrafya burası. Bilmediğimiz, tanımadığımız ve gelmeye korktuğumuz. Çarpıcı, haşmetli, ulaşılmaz bir doğa… İnsanı ise o denli şaşkın ziyaretimizden, bir o kadar içten, samimi, sıcak, güler yüzlü…
Günü bitirmişiz, Cizre sokaklarında biraz yürüyelim istedik. Kendi başına plansız programsız dolaşmayınca bir şehirde, hele insanı ile konuşmayınca, tanımış olmuyorsunuz oraları. Dolaşırken bir yerlerden müzik sesi geldi. Haydi bir bakalım dedik. Kendimizi bir binanın çatı katındaki kafede Eğitimsen etkinliğinde bulduk. Gerçi etkinlik bitmiş, müzik biz yukarı çıkarken susmuş. “Geç kaldınız ama bizler toparlanana kadar bir kahve ikram edelim” dediler. Girdik. Gencecik eğitimciler, pırıl pırıl yüzler… Biz buraları tanımak istiyoruz, onlarsa bizden şaşkın: “Nereden aklınıza geldi ta İstanbul’dan kalkıp buraları görmek?”
Biz onlara onlar bize anlatırken yaşamlarımızı, kim bilir hayat bir daha karşılaştıracak mı? Ki hayat karşılaştırıyor bazan… Hiç beklemediğin bir yerde garip karşılaşmalar yaşatıyor…
Nitekim ertesi akşam aynı kafede garson çocuk “Keşke cumartesi gelseydiniz canlı müzik vardı” deyiveriyor.
– Fakat biz cumartesi burada bile değildik, İstanbul’daydık.
– Memur musunuz?
– Hayır. Ben mesela yazarım
– Ben sizi tanıyorum.
– Tanıyor musun?
– Ben bu yaz Bodrum’da çalıyordum. Siz de geldiniz, şarkı söyledik birlikte… O zaman da yazarım demiştiniz…
Hayat böyle hoşluklarla dolu. Sen kalk Cizre’ye gel ve seni tanısınlar… Fakat bugün artık hayatın karşılaştırmasına da gerek yok. Sosyal medya sayesinde herkes dilediğiyle her an karşılaşma şansına sahip. Arada kaç bin kilometre varsa da… Bugün asıl önemli olan mesafe, yüreklerdeki mesafe… İnsanların, kültürlerin, geçmişin silik ve acı hafızasına rağmen yaraları kısmen de olsa iyileştirmek olası. Anahtar ise aynı sofrada oturtabilmekte. Şansınız varsa misafir olabilmekte evlerinde varsın bir gece için. Şırnak’ın kuş uçmaz kervan geçmez dağlarının arasında kıvrıla kıvrıla ulaştığımız yüksek dağ kasabası Beytüşşebap’ta Zekeriya Bey ve eşi Nahide’nin evinde kaldığımız gibi…
Çünkü…
Kilitler aynı sofraya oturabildiğimizde açılıyordu.
Aynı sofraya oturup sohbet edebildiğimizde… Bambaşka dünyaların insanı bile olunduğunda aynı sofrada yiyebildiğimizde… Ve yargısızca sorabildiğimizde birbirimize: “neden” diye.
“Neden” belki de en önemli soruydu. Belki de sorulması gereken tek soru.
Her cevaba, tekrar ve tekrar, yine ve yeniden: neden
Neden diye sordukça özele iniyordu çünkü cevaplar. Etiketlerden ve bahanelerden arınıyordu. Neden? Ta ki en sonunda verecek bir cevap da kalmayıncaya kadar.
Ta ki, en sonunda her cevap anlamsızlaşana kadar.
Ta ki o tek, o arınmış, o vazgeçilemez cevaba ulaşana kadar.
Ne miydi o cevap?
Birlik haliydi. Mutluluktu. Huzurdu. Ama hepsinden önemlisi sevgiydi.
Sevgide olmaktı. Sebepsiz, yargısız, bahanesiz. Sadece olmaktı. Birlikte bir olmaktı.
Dalia MAYA
Bu yazı Şalom Gazetesinin 23/10/2019 tarihli sayısında Dalia MAYA’nın İsimsiz adlı köşesinde yayınlanmıştır. İlgilenen için link: http://www.salom.com.tr/koseyazisi-112232-dogunun_dogusunun_gulen_yuzleri.html
Yorum yazılmamış.